habervaktim.com
Türkler Yahudilerle hiç savaştı mı?
HABERVAKTİM YAZARLARI
Tarihçi Prof. Dr. Mustafa Budak, Yahudiler’in Çanakkale Savaşı’nda İngilizlere
verdiği destek sayesinde bağımsız İsrail devletini elde ettiklerini açıkladı.
Tarihçi Prof. Mustafa Budak Al Jazeera haber kanalına çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Sykes-Picot antlaşması ve İsrail’in kuruluşuna dair önemli saptamalarda bulunan
Budak’ın açıklamaları şöyle:
Sykes-Picot anlaşmasını ‘emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni paylaşması
anlaşması’ olarak tanımlayan İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Enstitüsü’nden Budak, İsrail’in kuruluşuna giden yolun da bu anlaşmayla açıldığını
anlattı.
Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcılığı da yapmış olan Budak’a göre, Arap Baharı
bir bakıma Sykes-Picot anlaşmasının da sonuçlarıyla birlikte çöp sepetine atılması
girişimiydi ama bu anlaşmayla Ortadoğu’da kendi çıkarlarına göre bir düzen kuran
emperyalist güçler, buna izin vermedi.
Sykes-Picot anlaşmasını bir tarihçi olarak nasıl tanımlarsınız?
Avrupalı emperyalist devletlerin Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı amaçlayan gizli
anlaşmadır.
Nedir hikâyesi?
Aslında uzun bir hikâyesi vardır. 19. yüzyılın sonunda İngiliz Başbakanı Lord
Salisbury’nin bir sözü vardır. Der ki, “Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığı özel bir
bağımsızlıktır. Biz onun geleceği konusunda ne yapacağımıza karar veremediğimiz
için devam eden bir bağımsızlıktır.” Dolayısıyla İngilizler nezdinde Osmanlı
Devleti’nin siyasi varlığının çok uzun sürmeyeceği kanaati vardır. Rusya da öyle.
Almanya da aynı görüşte.
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti ile müttefik olmalarına rağmen mi?
Evet. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Dışişleri yetkililerinin Osmanlı
Devleti’nin otuz yıl daha yaşamayacağı yönünde öngörüleri vardır. Zaten Birinci
Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti’nin Almanya’ya mecbur olması da İngiltere,
Fransa ve Rusya bloğunun Osmanlı Devleti üzerindeki planları. Savaş başladığında o
yüzden Sykes-Picot anlaşması yapılacak, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Rusya’ya
bırakılarak onların da onayı alınacaktır. İtalya da Nisan 1917’de taraf değiştirdiğinde
bu emperyal yarışta Anadolu’nun Güney Batı kısmını yani Konya, Antalya, Denizli’yi
nüfuz alanı olarak alacaktır.
Sykes-Picot Ortadoğu’yu bölen bir dizi gizli anlaşmanın ilki
Fakat Sykes-Picot anlaşmasında başlangıçta İtalya yok değil mi?
Bir sonraki aşama o. Biz tarihçiler gizli anlaşmalarını sıralarken, Sykes-Picot’dan
hemen sonra Nisan 1917’deki Saint Jean Maurienne anlaşmasını zikrederiz. Sykes-
Picot’un tamamlayıcısıdır. Şu bakımdan Mondros Anlaşması’ndan sonra özellikle
Anadolu toprakları bu paylaşımlara göre işgal edildi. Ama bir farklılık vardı, İngilizler
bir emrivaki ile Antep, Urfa, Maraş bölgelerini işgal ettiler.
Bu Sykes-Picot’a aykırı değil mi?
Evet. Bu durum Fransızları rahatsız etmişti. Ancak 1919’da İngiltere ve Fransa Suriye,
bir antlaşmayla Sykes-Picot’ya dönülmesine karar verdiler, yani Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nin Fransızlara bırakılmasına. Fransızlar bu bölgeleri işgal ettiler. Buralardaki
direniş de Fransız işgalinden sonra başladı. Bu antlaşmayla Fransızlara Musul
petrollerinden yüzde 25 pay verilmiştir. Burası Sykes-Picot’da Fransızlara verilmişti
ama İngilizler aldı. Sonra da San Remo ve Sevr süreci geldi. San Remo
Konferansı'nda Sykes-Picot’da belirlenmiş Arap bölgelerinde, özellikle Irak ve
Suriye’de manda yönetimlerinin kurulması kararlaştırıldı. Sykes-Picot’da bağımsız
Arap devletleri ya da konfederasyonu kurulması düşünülmüştü ama bundan da
uzaklaşıldı. San Remo Konferansı'nda alınan kararlar Osmanlı aleyhindeki bu kararlar
Sevr taslağına da yazıldı. (İstanbul hükümeti temsilcisi) Tevfik Paşa Sevr taslağını
almak için gittiğinde, ilk tepkisi şu olmuştur: Bu Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığını
sona erdiren bir taslaktır. Kabul edilemez. Bunun üzerine Osmanlı Devleti kendi karşı
önerisini 25 Haziran’da takdim etmiştir. Türkiye’de bu metinler çok incelenmemiştir.
Bunu özellikle söylemek isterim.
vd-057.jpg
Sykes-Picot Anlaşması, Ortadoğu'da böyle bir harita öngörüyordu.
Bu metinler yeteri kadar incelemedi
Neden Türkiye’de bu metinler incelenmedi?
Yakın dönem tarihçilerimiz metin tahlili, satır analizinden çok, daha önce verilen
genel hükümler üzerinden yorumlar yapmayı tercih ediyorlar. Satır arası okuma
maalesef çok rastlanan bir şey değil.
Ön kabuller mi var?
Evet. Misâk-ı Millî’nin Osmanlı Meclis-i Mebusan’da kabul edilmiş hâli dururken,
aslı dururken resmi tarihçilerin yazdığı şekliyle ön kabullerle hareket ediyorlar. Hatta
Meclis’in kabul ettiği metinle, yayınlanmış eserlerdeki metinlerin aynı olmadığını
gördüm. İkincisi bu dönemde gerek Osmanlı hükümetleri, gerek Ankara tarafından
üretilmiş olan metinler de yeterince tahlil edilmemiştir. Yeni rejimin anlaşmalarını ve
pozisyonunu kuvvetlendirmek için mütareke dönemindeki Osmanlı hükümetlerinin
ürettiği metinler çok fazla görülmemiştir. 1918 sonrası Türkiye’nin yüz yüze kaldığı
temel sorunlar, yani kapitülasyonlar, Boğazlar, Ermenistan, Kürdistan, Hilafetin
konumu, Arapların statüleri gibi konularda İstanbul ve Ankara hükümetlerinin
görüşlerinde esas itibarıyla bir farklılık yok. Sadece bunların nasıl elde edileceği
konusunda yöntem farklılığı var. İstanbul hükümeti işgal ortamında bulunduğu için
siyaset yoluyla taleplerin karşılanmasını isterken, Ankara diplomasi ve silah yoluyla
mücadeleyi tercih etmiştir. Daha önemlisi Osmanlı Hükümeti, Sevr süreçlerinde tepki
vermemiş, kendine dayatılanları kabul etmiş değildir. Osmanlı Devleti'nin Paris
Konferansı'na takdim ettikleri bir muhtıra metni vardır. İki açıdan önemlidir. Savaşın
galiplerinin kurmak istedikleri düzene cevaptır. Buna bağlı olarak Misâk-ı Millî
beyannamesini okuduğumuzda sınırlar konusunda kriterler belirtilmiştir. "Arapların
çoğunlukta olduğu yerlerin geleceğini Araplar belirleyecektir" diye bir ibare vardır.
İkinci kısım mütareke çizgisinin içinde ve dışında kalan Osmanlı İslâm topraklarının
bölünmez bütünlüğünden söz edilir. Fakat "Bu sınır neresi?" denildiğinde hep
muhtelif şeyler söylenmiştir.
Halep Misâk-ı Millî sınırları içinde
Neresidir o sınır?
Bunun en güzel cevabını 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra metninde görebilirsiniz.
Batıda Gümülcine, kuzeydoğuda Poti, güneyde de Lazkiye’nin kuzeyinden geçen
Halep’i içine alan doğuya doğru ilerleyip Osmanlı Musul Vilayetini, Kerkük ve
Süleymaniye içine alana bir hattır bu. Bugün sık sık adı geçen 36. paralele karşılık
gelen bir coğrafyadır. Metinde “yeni Türkiye’nin sınırları” diye mevcuttur. Aslında
Osmanlı devletinin 23 Haziran tarihli muhtırası, Misâk-ı Milli beyannamesi, Sykes-
Picot ve onu izleyen paylaşım projelerine Türkiye’nin cevabıdır.
Sykes Picot’ya Türkiye’nin verdiği yanıtı anlattınız. Ancak Ortadoğu’da hayata geçti.
Bu anlaşmanın Ortadoğu’nun bugünkü şekillenmesinde ne gibi etkileri oldu?
Bu masa başında belli çıkarlar çerçevesinde tanzim edilmiş bir anlaşmadır ve bu
anlaşmaya dayanan haritaların gerçekleştirilmesidir. Irak ve Suriye sınırlarımızın her
iki tarafına insan kompozisyonu açısından bakıldığında yapay bir sınır olduğunu
görürüz. Bir de akrabalık ilişkileri. İnsanlar akrabadır. Diyarbakır’ın tahıl ihtiyacı
tarihsel olarak baktığınızda hep Musul’dan karşılanmıştır. Bir Antepli'nin, Urfalı'nın
Halep’e gitmesi, Halepli'nin Antep’e gelmesi çok kolay ve doğal bir iştir. Bir bütünlük
vardır ama sınır yapaydır. Bu yapaylık sadece burada değil, Irak ile Suudi Arabistan
arasında da aynı şekilde çizilmiştir. Parçala böl yöntemiyle. Ayrıca oralarda ulus devlet
temelli siyasal bir yapı o bölgenin genel kompozisyonuna zaten aykırıydı.
Osmanlı Devleti'nin o bölgede nüfuz kazanması 16. yüzyıldan itibaren başlıyor, 20.
yüzyıla kadar bazı sorunlarla birlikte devam ediyor. Osmanlı Devleti o coğrafyanın
farklılıkları yok farz ederek bir düzen oluşturmadı. O farklılıklara hürmet ederek her
bölgenin özelliklerini dikkate alarak siyasal bir yapı oluşturdu. Ama Sykes-Picot ve
sonrası düzen, hepsi Arap olmakla birlikte Irak’ta, Ürdün’de ulus devlet temelli
milletler oluşturmaya çalıştı. İsrail'de devlet kurdu.
“Avrupa, Araplara ulus devlet dayattı”
Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde Araplar arasında bağımsızlık arayışı var. Picot’ya
mektup yazıyorlar, "Bize bu konuda yardımcı olun" diye.
Arapların Osmanlı’dan ayrılma talebini normal karşılayabiliriz. Ama Batı’da ulus
devletler ya iradeye dayanan ya da ırksal temelde devletlerdir. Her iki hâlde de Arap
Devleti ya da Arap Federasyonları gibi bir yapı ortaya çıkmış olsaydı belki daha ideal
bir yapı ortaya çıkardı. Fakat istenen yekpâre, Arapların birlikte yaşayacağı siyasi bir
yapı oluşturmaktan çok, Avrupalı emperyalist devletlerin kendi çıkarlarını devam
ettirecek siyasal sosyal ekonomik yapıları oluşturmaktı. Arapların bağımsızlık talepleri
istismar edildi. Yekpâre Arap devletleri federasyonu olsaydı, Avrupalıların
samimiyetine inanırdık. Öyle yapılmadı. Parçalı yapılar oluştu. Çoğunluk üzerinde
azınlık unsurlarını egemen kılan yapılar oluşturuldu. Bu da şu demektir: Ben buraya
içinize bir bomba atıyorum. O bomba ile yaşamaya devam edin. Çatışma çıktığında da
bana muhtaç olun. Batılı devletlerin müdahil olabileceği, kurtarıcı misyonlarını devam
ettirebilecekleri bir yapı ortaya çıktı. Dayatıldı bu düzen.
Kürtler de kendilerini Sykes –Picot’un mağdurları olarak kabul ediyorlar.
Sykes- Picot’a da Kürtlerin adı geçmedi. Filistin'de üstü kapalı olsa da Yahudi Devleti
kurulması geçiyor ama Kürtlerden söz edilmiyor. Ancak Sevr anlaşmasında Kürtlere
özerk ya da kademeli olarak bağımsız bir Kürdistan kurulması vaadi veriliyor. Kürtler
bu vaatlere çok inandılar. Lozan imzalandığında vaat edildiği ölçüde isteklerine
kavuşmadılar. Lozan’da kaybeden arayacaksak birisi de Kürtler. Biz de siyasetimizi
Kürtleri de kapsayacak bir politika yürüttük. Misâk-ı Milli bunun altyapısını
oluşturuyor.
"Sykes-Picot gizli anlaşmasının gizli maddesi İsrail"
Sykes Picot ile İsrail devletinin kuruluş arasındaki ilişki nedir?
Çanakkale muharebelerine Siyonist bir birlik katılmıştır. (İsrail Devleti’nin
kurucularından Vladimir) Jabotinski diyor ki, “Çanakkale’ye İngilizlerin yanında
katılmamız, Filistin’de Yahudi Devleti’nin kurulmasında olumlu bir etkendir.”
Arkasından Sykes-Picot geliyor. Burada uluslararası bir yönetimden söz edilse bile bir
kısmının İngiliz denetimine bırakılması adı konulmamış bir İsrail’in kurulmasıdır.
Arkasından Yahudilere yurt vaat eden Balfour Deklarasyonu. 1919’da Kral Faysal ve
(İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Haim) Weizman anlaşması, Sevr’ de Yahudi devleti
kurulmasından söz edilmesi, 1948’de İsrail’in kurulmasına giden kilometre taşlarıdır.
Sykes-Picot gizli anlaşmasının zamanla açığa çıkan gizli maddesi, İsrail Devleti’nin
kurulmasıdır.
Sykes-Picot anlaşmasından bu coğrafyada yaşayan halkların önemli bir bölümü
şikayetçi. Ama neden bu anlaşma sonuçlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne
gönderilemiyor?
Başta Mısır olmak üzere, Arap halklarının Arap Baharı sürecindeki bağımsızlık,
demokrasi taleplerini, kendi siyasal yapılarını özgürce kurmalarına izin verilmedi.
Arap Baharı Sykes-Picot’un çöpe atılması girişimidir bir bakıma da. Mısır’da devam
etseydi domino taşı misali ilerleyecekti. Bu yapıların değişmesi aynı zamanda Batılı
güçlerin de aleyhine bir yapı oluşturmaktaydı. Demokratik bir düzen kurulamadı.
Bunun tek müsebbibi Arap halklarının basiretsizliği değil, Batılı güçlerin burada kendi
çıkarlarına aykırı siyasal yapılara müsaade etmemeleridir.
Bölgede Sykes-Picot düzenin artık yürümediği gün gibi aşikâr. Buradaki halkların
kendilerine uygun bir siyasal yapı kurmasına küresel güçler müsaade etmiyor. Ulus
devlet yapıları da bu bölgenin yapısına uygun değil. Bundan uzak kalabilecek,
farklıkları kabul eden modern değerleri de katan bir üst kimliği idealize eden siyasal
yapıların kurulmasına ihtiyaç var.
Al Jazeera
habervaktim.com
Enerji, enflasyon faiz ve hükümet - İbrahim Kahveci
Yazarın Tüm Yazıları »
Galiba yeterince edebiyat dersi almadım. Hatta Türkçe eğitimimin de zayıf olduğunu
söyleyebilirim. Anlatım bozukluğu da epey yukarı seviyede. Kabul ediyorum
hatalıyım...
Bir gün arkadaşım çok önden koşmakla, geride kalmak arasında çok fark yoktur
demişti. İyi ama ben önden koşan biri olamadım ki. Bakın 1991 seçimleri olmadan
verilen vaatleri dinleyen rahmetli Adnan Kahveci Türkiye’nin batacağını o günlerde
söylemiş. Ve Türkiye 10 yılını kaybetti.
Benim o noktaya gelmem için galiba daha çok çalışmam gerekiyor. Yıllarca bir
şeylerden bahsediyoruz ama gelin görün ki ne bakan var ne de anlayan. Demek ki
sorunum epey büyük.
AK Parti iktidara geldiğinde “ortaklık piyasası” canlanacak diye sermaye piyasalarına
yöneldiğimde mesela ne kadar hata yaptığımı yıllar sonra anlayabildim. Meğerse
Türkiye’miz son 15 yılını kargadan başka kuş-faizden başka ekonomi modeli yokmuş
gibi geçirdi. Yıllarca kredi (faiz) piyasası GSYH’nın yüzde 10-15 aralığında iken, son
15 yılda yüzde 70’ini geçti. Anlayacağınız her tarafımız faiz oldu. Faiz ile yatıyor- faiz
ile kalkıyoruz.
İşin üzüntü verici bir diğer tarafı da faizi sadece oran üzerinden tartışmamız. Sanki
faizin oranı düşünce cazibesi ve günahı azalıyormuş gibi bir durum var.Yazıp dururum
ama anlatamıyorum: Faizin oranını tartıştığımız kadar faizin kendisini tartışsaydık ya.
Bir de asıl sorun faizin tek başına oranı değil, makasıdır derim. Yani para yatırırken
verilen faiz kadar, kredi kullanırken ödenen faiz oranı arasındaki fark daha büyük
meseledir.
***
2014-2015 yıllarında hızla artan gıda fiyatları yüzünden enflasyon yükseldi. Yükselen
enflasyon nedeniyle faizlerde de yükseliş yaşandı. Ekonomi yönetimiçözüm olarak
gıda ithalatına gitmeyi aklına koydu. Hatırlayın argümanlarını: Gıdada ithalat yaparak
ucuzluk gelecek, enflasyonla beraber faizlerde düşecek. Böylece herkes kazanmış
olacaktı. O dönem Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ve Müsteşar Vedat
Mirmahmutoğulları’nın ithalat kapıları açıldığında çiftçiliğin ağır yara alacağını
görerek karşı koyuşlarını çok iyi bilirim.
Şimdi olay geldi bir başka kapıya. Artık gıda fiyatlarında artış çok yüksek değil; yıllık
artış bile sadece yüzde 1,38’de kalmış durumda. Herkes çekirdek enflasyonun
yüksekliğinden bahsediyor. İyi de Temmuz 2014’den beri çekirdek enflasyon zaten
manşet enflasyonun üzerindeydi. Bu ne anlama geliyor: Gıda fiyatları düşse bile
enflasyondaki ana eğilim düşmeyecekti. Nitekim öyle oldu. Bunu biz 05 Mayıs
2015’de “Merkez Bankasının Çekirdeği Kırması” başlığı ile detaylı bir şekilde
yazdık. Hatta NTV’de Gökay Oytam ile iki program yapmıştık. Biri bu konuydu,
diğeri de büyüme olmadan artan istihdamın bir “yozlaşma” olduğuydu. Büyüme yoksa
ve istihdam artıyorsa o ekonomi değer üretemiyor, yozlaşıyor demektir. Neyse dedik
ve bitti...
Bu günlerde enflasyonda düşüşü engelleyen en önemli mesele enerji. 11,3 dolar olan
doğalgaz sm3 fiyatı Nisan 2016’da 4,1 dolara kadar geriledi. Artan Dolar/TL kuru bile
bu düşüşten daha az. Yani elektrik üretiminin de yüzde 35’ini doğalgazdan karşılayan
Türkiye’de en azından yüzde 20-30 arası bir indirim çok rahat olabilir. Ama görün ki
yılbaşında bizler elektrik fiyatlarına zam yaptık.
Bugün kimse şunu diyemiyor: Dün, gıda fiyatları arttığında ülke kazanacak diye
çiftçileri görmezden gelip ithalat yapalım derken, bugün neden enerji fiyatlarını
indirmiyoruz. Sabancı Holding CEO’su Zafer Kurtul diyor ya “elektrik fiyatları
2015’de yüzde 17 düşerken...Enerjisa yatırım yapıyor”. Tabii kimse soramıyor-
sorgulayamıyor: Elektrik fiyatı düşerken devletimiz neden zam yapıyor?
BOTAŞ 2012 yılında 771 milyon TL, 2013 yılında 68 milyon TL, 2014 yılında 1.680
milyon TL faaliyet zararı yapıyor. 2015 yılında ise 2 milyar 357 milyon lira faaliyet
karı ediyor. 2015 yılında ortalama doğalgaz fiyatı 7,3 dolar (sm3) ve ortalama dolar
kuru 2,62 TL. (19,13 TL). Bu yıl 4 ayda ortalama doğalgaz fiyatı 4,7 dolar ve ortalama
dolar kuru 2,95-3,0 TL civarı. Yani sm3 fiyat TL bazında düşüyor 14,0 liraya.
Doğalgazda 19,1 liradan 14,0 liraya düşen fark kimin cebine gidiyor? 2015 yılında bile
2,3 milyar TL kar yapmış olan BOTAŞ’a. İşte ekonomide biz buna halkçılık diyoruz.
Bugün piyasalar istim üzerinde ve çok acil bir müdahale gerekiyor. Neden enflasyonu
ve faizi düşürecek adım atılmasın ki? Hem de çok acil....
habervaktim.com
Tarihimiz İngilizlere göre düzenlenemez artık! - Aziz Üstel
Yazarın Tüm Yazıları »
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sömürge imparatorluğunu kuran İngiltere, yüz
milyonlarca insanın sadece ahını almadı, onların torunlarının torunlarını dahi
ekonomik esareti altında inim inim inletti! Osmanlı, hele de son yılarında İngiliz'in
oyunundan, onun önünde diz kırıp boyun büken, üç beş altına vatanını satan sözde
yurttaşlarından çok çekti...
Abdülhamid Han petrol yüzünden Avrupalı istihbaratçıların kıyasıya kapıştığı bir
ortamda tahta çıktı. Padişah durumu dengelemek için ülkede sürekli kargaşa yaratan
İngilizleri susturmak için Adana-Mersin demiryolu imtiyazını onlara verdi. İngiliz
geçici olarak kenara çekildi. Ancak bu kez Alman ortaya çıktı. Abdülhamid Han
Bağdat demiryolu imtiyazını da onlara verdi. Amaç zaman kazanmak, darmadağın
olmuş, rüşvetle ihanetin kol kola girdiği Babıali bürokrasisini toparlamaktı. Sonra
gereği yapılacaktı!
Bunca kargaşanın, suikast ve isyan girişiminin ardında Musul-Kerkük yöresindeki
petrolün olduğunu anlayan Sultan 1890 yılında bir iradei seniye çıkararak petrol
bulunan bütün bölgeyimemalik-i şahane (Padişah Mülkü) ilan etti! Böylece petrol
güvenceye alınmıştı. Ancak petrolü kaptıran çağdaş uluslar padişaha gerekli dersi
vermek için kolları sıvadı. Bosna-Hersek'den Yemen'e milliyetçilik kavgaları başladı
bir gecede. Osmanlı topraklarında milliyetçilik olaylarını başlatan ve devlete karşı
silah çekenlerin Türk olmaları, Abdülhamid Han'ın karşı karşıya bulunduğu ihanetin
boyutlarını anlatması bakımından da ilginçtir. Fransa'da üslenen Jön-Türkler
Balkanlar, Arap Yarımadası ve Anadolu'da ayrılıkçı hareketlerin hem öncüsü hem de
destekleyicisiydi.
Petrolü ele geçirmeye kararlı olan İngilizler en becerikli ajan-diplomatlarını İstanbul'a
gönderdi. Royal Dutch-Shell petrol şirketinin has adamı Sir Philip Currie büyükelçi
olarak İstanbul'a geldi. Hemen ertesi gün Padişahı sıkıştırmaya başladı. Kayzer de
Alman istihbaratının beyin takımında görevli Von Vegenheim'ı büyükelçi ünvanıyla
İstanbul'a gönderdi. İngilizlerle Almanlar karşılarında kimin olduğunu henüz fark
etmemişlerdi. Bizmark'ın demesiyle "dünyadaki bütün zekanın yüzde 90'ına sahip"
bir padişahla satranç oynayacaklardı... Abdülhamid Han'la başa çıkamayınca İngilizler
bir bahane uydurarak Akabe Körfezine çıkarma yaptı; bunu gören Alman donanması
da aynı yöne dümen kırdı. Almanların geldiğini gören İngilizler derhal işgali kaldırdı.
Abdülhamid Han İngilizlerin Akabe'den çekilmelerini yeterli görmeyip Mısır
konusunda taraf olmayacakları doğrultusunda yazılı bir güvence de aldı! Almanlarla
da Bağdat demiryolu imtiyazını imzaladı. Ancak Almanlar bu imtiyaz sözleşmesini iyi
okumamıştı. Bu demiryolunun yapımı için öngörülen sürede hem finansmanın hem de
teknik donanımın sağlanması imkansızdı. Sağlanamayınca da Abdülhamid Han
imtiyazları geri aldı!
Almanlar Abdülhamid Han'ı alt edemeyeceklerini kavrayınca, askeri eğitim ve savaş
düzenindePrusya Ekolü hayranı Enver Paşa'ya yöneldi. Fransızların yönlendirdiği Jön
Türk harekatından doğan İttihat ve Terakki Cemiyeti kısa sürede Alman denetimine
girdi. Enver Paşa ve arkadaşları Babıali'den değil Berlin'den emir alıyorlardı artık.
İngilizler de İttihatçıların arasına Royal Dutch-Shell'in adamları Sidney Ley ve
Rawlinson'u danışman olarak sokmuştu. Rawlinson daha sonraki yıllarda Kaymakam
rütbesiyle Doğu'da dolaşacak gerek Kazım Karabekir gerekse de Mustafa Kemal
Paşalarla dostluk kuracaktı. İttihatçılar Alman dostları ve İngiliz danışmanlarının
sıkıştırmaları sonucu Bulgar, Sırp, Makedon ve Arnavutlardan oluşan Hareket
Ordusu'nu İstanbul üzerine saldı ve 30 yılı aşkın süredir topraklarındaki petrolden bir
damlayı bile kaptırmayan Abdülhamid Han'ı tahttan indirdi. İttihatçılar çok büyük bir
hata işleyerek ve de İngiliz danışmanlarının sözüne uyarak çıkardıkları bir yasayla
Padişahın Musul-Kerkük için çıkardığı irade-i seniyesini iptal edecek yöre topraklarını
Ticaret ve Ziraat Nezaretine devredecekti. Bunun üzerine Balkanlar yanmaya başladı,
bölgedeki Türklerden 100 bin can toprağa düştü arda kalanı sürgüne yollandı...
Batılının petrol açlığı bu gün de sürüyor. Önemli olan bunun bilincinde, gözünü
budaktan esirgemeyen, uygarlığı kendine, barbarlığı Müslümanlara layık görenlerin
oyunlarını bozan önderlerin ardında milletçe dimdik durabilmektir!
habervaktim.com
Ya kurşun içeriden gelirse... Geldiyse... - Yiğit Bulut
Yazarın Tüm Yazıları »
Sevgili dostlarım, Türkiye’ye karşı kurulan BÜYÜK KAOALİSYON’u analiz ettiğim
yazılarımda, yapılanları ve yapmak istediklerini aktarmaya çalışmıştım...
O yazıların “ortak bir sorusu” vardı; bunlar doğru tespitler koalisyon açık ve net fakat
ya içeriden gelen kurşun! Akla hayale gelmeyecek yalan ve iftiralarla ortaya
dökülenler, maşa olarak kullanılan meczuplar ve en önemlisi BİZDEN görünüp
ONLARIN olanlar! Bunlar bu “kirli koalisyonun neresinde!”
SEVGİLİ DOSTLARIM, BU YOLA BAŞ KOYMUŞ, ALLAH YOLUNDA BÜ
ÜLKEYE, BU COĞRAFYA’YA, BU MİLLET’E, BU ÜMMET’E VE YOLU
AÇAN LİDER’E GÖNÜL VERMİŞ DOSTLARIM, size Sayın Cumhurbaşkanımızın
İzmit’te yaptığı konuşmadan bir bölümü yeniden aynen aktaracağım. O gün
sorduğunuz, yukarıda paylaştığım sorunuzun cevabı bu satırlarda...Aynen
paylaşıyorum; “...BİR AVUÇ SEÇKİN: Türkiye 14 yılda hangi başarılara imza attıysa
önüne çıkan engelleri aşarak yapmıştır. Ülkeyi yönetme sorumluluğunu
omuzladığımız ilk gün, yükümüzün ağır, işimizin çok olduğunun farkındaydık.
Yıllardır, bu ülkenin kaynaklarını sömüren, millete tepeden bakan bir avuç seçkinin
yolumuza taş koyacağını biliyorduk. Vesayet odaklarının boş durmayacaklarının,
demokrasinin yerleşmesi, milli iradenin hakim kılınması için yapılanların sabote
edileceğinin farkındaydık. Türkiye’nin büyümesinin güçlenmesinin, kendi milli
politikalarını sürdürmesinin uluslararası güç odaklarını da rahatsız edeceğini iyi
biliyorduk. Geçmiş tecrübeler bu ülkede en büyük zorluğun milletin tayin ettiği yolda
yürümek, millete hizmet etmek olduğunu gösterdi. Eski Türkiye’nin elitlerinin,
çıkarlarını korumak için girmeyecekleri işbirliği, çiğnemeyecekleri ilke,
yapmayacakları ihanet yoktur”...
Sevgili dostlar, bu yola başkoyanlar, SABREDECEĞİZ, ÇALIŞACAĞIZ, DAHA
GÜÇLÜ OLACAĞIZ ! ASLA YERE BAKMAYACAĞIZ! ÜMİTSİZLİK
HALKASINA DÜŞENLERDEN OLMAYACAĞIZ!
ŞEHİTLERİMİZİN BİZE BIRAKTIĞI ÇOCUKLARI BİZİ DAHA GÜÇLÜ
GÖRECEK... ONLAR İÇİN, HEPİMİZ İÇİN, ÜLKE, MİLLET, ÜMMET İÇİN
DAHA GÜÇLÜ OLACAĞIZ...
Kimse kendini avutmasın, bu topraklar, bu coğrafya topyekün bir saldırı altında...
Avrupa’dan Rusya’ya AYAĞA KALKMAMIZA engel olmak isteyenler, bize
saldıranları destekleme derdinde...
Ve en önemlisi bize kimseden hayır yok!
Alman, Rus, İngiliz, Fransız ... ve diğerleri... hepsi aynı... SÖZDE MÜTTEFİKLER!
Ruslar burnumuzun dibinde işgal ve bombardıman yaparken, bize terör örgütlerinin
propagandasını yapan BATI İTTİFAKI... Terör tanımını “terör örgütü” ile aynı
metinde yapmaya çalışan AB!
Müslüman coğrafyası kanla yıkanırken, kendi evlerinde huzur bulmaya çalışan
gafiller!
Dediğim gibi hepsi aynı bunların...
Bizim için çıkar tek yol var; BİZ OLMAK, GÜÇLÜ OLMAK, MANEVİYATIMIZI
VE MADDİ GÜCÜMÜZÜ “EN NOKTASINA” TAŞIMAK...
Ne diyor ŞAİR; “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”...
O canavar şimdi farklı görüntülerde coğrafyamıza saldırıyor, ülkemize saldırıyor...
Bu MİLLET, bu ÜMMET, SİLAHLI KUVVETLERİMİZ, POLİSİMİZ, bu
coğrafyanın insanları bu saldırıyı da aşacak, kimsenin şüphesi olmasın...
“İÇERİDEN GELEN KURŞUNU ATANLAR” için de son bir not; hiç merak
etmeyin, ONLAR İÇİN SONUN BAŞLANGICI...
KİM OLURLARSA OLSUNLAR; SONUN BAŞLANGICI!
ASLA AMA ASLA ÜMİDİNİZ KAYBETMEYİN, İYİLERİN VE DOĞRULARIN
GÖZLE GÖRÜNMEYEN ORDULARI VARDIR... EVET AĞIR BİR SALDIRI,
İÇERİDEN-DIŞARIDAN AĞIR BİR KUŞATMA ALTINDAYIZ AMA İNANIN
ZAFER BU MİLLETİN, BU ÜMMETİN VE COĞRAFYAMIZIN OLACAK!
habervaktim.com
Sözlerinin arkasındaymış! - Ahmet Kekeç
Yazarın Tüm Yazıları »
Cumhuriyet savcısı soruşturma açtı, muhtemelen çağırıp “Kan dökülmeden bu iş
olmaz diyorsun? Hangi işten bahsediyorsun sen?” diyecek ama bizimki Van’da
katıldığı bir toplantıda sözlerinin arkasında durduğunu söyledi ve mahut sözü
kanırtarak bir kez daha tekrarladı.
Kemal Kılıçdaroğlu’ndan söz ediyorum.
Erdoğan’ın getirmek istediği Başkanlık Sistemi’ne elbette karşı çıkacaklarmış...
Karşı çık da, bu “kan” nerden çıktı iki gözüm?
Memlekette her fikir “hukuk” içinde kendisini örgütleyebiliyor.
Periyodik aralıklarla ortaya bir sandık konuluyor.
Seçimler yapılıyor.
Seçim sonuçlarına göre bir “yönetim” kuruluyor.
Neden itirazınızı hukuk ve meşruiyet çerçevesinde dile getirmiyorsunuz da, “kan”dan
söz ediyorsunuz?
Kimin kanı dökülecek?
Durduk yerde anayasa yapmaya kalkışanların mı, bu anayasaya karşı çıkanların mı?
Bu kan dökme ameliyesinde hangi mekanizmalar devreye sokulacak? Taraflar arasında
bir savaş mı çıkarılacak? Kan dökmeye hevesli çevrelere (“terör örgütü” demeye
dilinizin varmadığı kimi terör örgütlerine) iş mi sipariş edilecek?
Nasıl olacak?
Hemen aklıma, halkı “mahalle mahalle, sokak sokak taşlı sopalı direnişe” çağıran
CHP milletvekili İsa Gök geliyor.
İsa Gök, bu çağrıyı, “yeni ve sivil bir anayasa tehlikesine” karşı yapmıştı. Partili
arkadaşları da, bu kriminal arkadaşı “İsa Gök arkadaşımız direniş çağrısını, Mustafa
Kemal Atatürk’ün ünlü Bursa Nutku’na dayandırmaktadır, suç işleme kastı yoktur”
diye savunmuşlardı.
Hani, Mustafa Kemal’in, “Türk genci, devrimlerin ve Cumhuriyet’in sahibi ve
bekçisidir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir
davranış duydu mu, ‘bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet
örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi
yapıtını koruyacaktır” dediği varsayılıyor ya...
İşledikleri suçu buraya dayandırıyorlar.
Kemal Kılıçdaroğlu da, mahkemeden yırtmak için, suçu Mustafa Kemal’e atabilir.
İyi de, Mustafa Kemal bu sözü ne zaman sarf etmiş? Yanında kim varmış? Bu söz
nasıl, hangi araçlarla ve kimlerin tanıklığıyla kayıtlara geçmiş?
Bu konuya da bir açıklık getirirlerse, iyi ederler.
Mustafa Kemal’in (bir seyahati öncesinde) devletin resmi haber ajansı “Anadolu
Ajansı”na yaptığı bir açıklama var ama içinde, CHP’lilerin öne sürdüğü gibi “taş”,
“sopa”, “direniş” gibi sözcükler geçmiyor. “Taş” ve “sopa”yı nasıl elde etmişler, onu
açıklasınlar!
Kılıçdaroğlu muhtemelen “iç savaşın kanlı cehennemini” hatırlatmak istiyordur.
Kendisine liberal süsü veren bir şahıs, “iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden”
bu işlerin düzelemeyeceğini (yani, Erdoğan’dan kurtulamayacağımızı) yazmıştı. Bir
başkası da, kurtuluşun (Erdoğan’dan kurtuluşun) “bize çok acı çektirecek büyük bir
altüst oluşla mümkün olacağını” söylemişti
İç savaş çağrısı yerine geçen bu sözler, ilginçtir, entelektüel destek bulmuştu.
Pensilvanya’daki zatın adamları da desteklemişti.
CHP yeni anayasayı nasıl engelleyecek?
Terör örgütlerinden yardım alarak mı?
Bizi iç savaşın kanlı cehennemine sokarak mı?
Halkı taşlı sopalı direnişe çağırarak mı?
Kan görmeye meraklı Kemal Bey’e şu “hatırlatma”yı yapmak isterim:
Mesele Erdoğan’dan kurtulmak ve anayasa yaptırmamaksa (ki, meşru taleptir bu),
niçin dolambaçlı (ve kanlı) yolları deniyorsunuz?
Niçin “haklılığınıza” kamuoyunu inandırmaya çalışmıyorsunuz?
Dört yılda bir sandık kuruluyor.
Niçin sandıktan sonuç almaya bakmıyorsunuz?
Bir kaset marifetiyle genel başkanlık koltuğuna kuruldunuz... Hiçbir bedel
ödemediniz... Bu bedeli, “başkalarının kanı”nı dökerek mi ödeyeceksiniz?
habervaktim.com
'Kan' isteyen kim? Sana bu sözü kim sipariş etti? - İbrahim Karagül
Yazarın Tüm Yazıları »
Herkes küçük hesaplarını bir kenara bırakıp aklını başına almalı. Türkiye'nin
güneyinde, sınırın diğer tarafında nelerplanlandığına, nasıl bir cephe oluşturulduğuna,
içerideki muhalif dilin bu cephenin amaçlarına göre nasıl yeniden biçimlendirildiğine,
Türkiye'nin ana omurgasını oluşturan direnç hattını zayıflatmaya dönük ne tür
girişimler ve fesatlıklartezgâhlandığına dikkat etmeli.
Kılıçdaroğlu'nun “kan dökülür” ifadesinden PKK'nın artıkfüzelerin de kullanıldığı
yeni saldırı biçimlerine, Başkanlık sistemine geçiş projesine karşı oluşturulmak
istenen yeni çokuluslu cepheye odaklanmalı. Bugüne kadar yapılan mücadelenin
başarılı olması, Türkiye'nin önüne çıkarılan engellerin büyük bir sabırlaatlatılmış
olması, kesin sonuç almaya ayarlı projelerin başarısızlıkla sonuçlanması her şeyin
tamamlandığı, işlerin yoluna gittiği, bütün yolların açıldığı anlamına gelmiyor.
Yeni bir saldırı ve yeni ortaklar
Rehavet ölümdür, intihardır. Türkiye'nin yüz yıllık hesabının, kişisel hesaplara kurban
edilmesi ani ve çok hızlı çöküş ile sonuçlanabilir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
hiçbir zaman,böylesine öfkeli, böylesine çok cepheli bir şer cephesiyle karşı karşıya
kalmadık.
Türkiye ne zaman kendi yolunu çizdi, işte o zaman bu cephe kuruldu. Cephenin tek
amacı, bu ülkeyi küçülterek denetim altında tutmaktır. Bugüne kadar bunu
başaramadılar. “Hiç değilse, durduralım” diye bir yol tutturdular. Durduğumuz anda
küçülme başlayacaktır. İşin vahim tarafı burasıdır.
Gezi ile Paralel ile, bunlardan sonra devreye aldıkları terörsaldırılarıyla, iç işgal
girişimleriyle amacına ulaşamayanların bugünlerde bir yeni cephe
biçimlendirdiklerine, içeride yeni ortaklar aradıklarına, güneyimizdeki bütün terör
örgütleriyle işbirliği yaptıklarına, Türkiye'yi durdurmaya dönük güçlü bir saldırı
dalgası için hazırlıklarının sonuna yaklaştıklarına ilişkin güçlü işaretler var.
Türkiye'ye doğrudan saldırı başlatabilirler
Buradan herkese açık bir uyarı, açık bir çağrı yapıyorum: Çok kısa zaman içinde, bu
saldırı dalgasının kıyılarımızı yokladığına tanık olacaksınız. Türkiye'yi içeriden
vurmaya, on beş yıldır kararlı bir şekilde devam eden o mücadeleyi içeriden
çökertmeyeçalışacaklarını, bunun için Kuzey Suriye'nin tamamını Türkiye karşıtı bir
cepheye dönüştüreceklerini, bugünlerde dolaylı olarak yürüttükleri saldırıları bir süre
sonra açık savaşa dönüştürdüklerini göreceksiniz.
Bunun bahanesi Başkanlık sistemi olacaktır. Ama asıl amaç elbetteTürkiye'nin
önlenemez büyümesi, yükselişidir.
Bölgedeki bütün oyunlar, güç arayışları Türkiye'yi dizginleme üzerine kurgulanıyor.
Güney'den yaklaşan saldırı dalgası, içeride yeni ittifaklar şekillendiriyor. Saldırı
hazırlığı çift yönlü devam ediyor. PKK üzerinden yürütülen işgal girişimleri şimdilik
durduruldu. Terörle mücadele adı altında yürüttüğümüz savuma, aslında bir dış
müdahaleye direnişti.
Türkiye, içeride korkunç bir bunalıma sürüklenecek, sınırın hemen ötesine bakamaz
hale getirilecek, Suriye'nin geleceğinde hiçbir rolü olamayacak, bölgede tamamen
Türkiye karşıtı bir güç haritasışekillendirilecek, ardından da Türkiye'nin bir
bölümünün koparılmasına yönelik askeri ve siyasi hesaplar devreye girecekti.
“Kan” isteyenler kim, Kılıçdaroğlu?
Bunu kısmen başardılar. Şehirlerimizde aylardır yürüttüğümüz mücadele, bizi meşgul
ederken ABD, Rusya, İran ve bazı Avrupa ülkeleri Suriye'de başka bir harita üzerine
çalıştılar. İçeride meşguliyetimiz devam ederken, Türkiye-Suriye sınırını,
yüzlercekilometrelik cepheye dönüştürdüler.
Bu cephe artık füze rampaları ile donatılıyor. Bu cepheye her geçen gün daha da silah
yığınağı yapılıyor. Bazen PYD üzerinden bazen IŞİD üzerinden Türkiye'ye yoklama
çekiliyor. Açıktan şehirlerimize saldırılar yapılıyor.
Onlar saldırdıkça, Avrupa kıvırdıkça, ABD ikili oynadıkça, Rusya doğrudan terör
örgütlerine silah sevkiyatı yaptıkça bizim içerideki siyasilerin dili de ona göre şekil
alıyor.
“Kan” istiyormuş adam. Başkanlık “kan dökülmeden” olmazmış. Bu kan nasıl
dökülecek? Başkanlık sistemi üzerinden bir Türkiye tartışması başlatacaklar.
Türkiye'yi durdurmak için yeni senaryolar devreye alacaklar. Bunu da Erdoğan ve
başkanlığa karşı yapılıyor diye pazarlayacaklar. Oysa asıl savaştıkları Türkiye olacak.
On beş yıldır devam eden saldırıların esas adresinin Türkiye olması gibi.
Sana bu sözü kim sipariş etti?
Kan dökmek için iç savaş mı çıkaracaklar? Bütün terör örgütlerini tek çatı altında
toplayanlar toptan saldırıya mı geçecek? Onlar içeriden saldırırken, sınırın güneyinde
oluşturulan cephe açıktan Türkiye'yi mi vuracak?
Şehirlerimizi terör üzerinden işgal etmeye girişenler bu ülkeyiSuriyeleştirmeye
girişecekler, Suriye'deki örgütleri doğrudan Türkiye'ye salacaklar ve “Türkiye
cephesi”ni açacaklar, öyle mi?Bu “kan” meselesi basit bir söz değil. Söyletilen, sipariş
edilen bir sözdür. Arkasında çok tehlikeli bir oyun vardır ve bu oyun sahne almıştır.
IŞİD saldırılarına dikkat edin. Kilis'e yönelik saldırılara dikkat edin. Kuzey Suriye
koridoru üzerinde yürütülen çalışmalara, taktikmanevralara dikkat edin. Türkiye'yi
IŞİD'le kapıştırmak isteyenlerin, tek tehlike IŞİD'miş gibi gösterenlerin, bu örgütle
savaşın arkasında neler gizlediklerine dikkat edin. ABD, Rusya ve Avrupa ülkeleri
neden Türkiye'yi bu örgütle savaştırıyorlar?
O koridor Türkiye eliyle mi kurulacak?
Bu savaşla kimlerin elini rahatlatmak istiyorlar? IŞİD'in boşalttığı yerlere kimler
yerleşecek? Türkiye'ye yakın muhalifleri mi? Hayır, elbette onlara imkan
verilmeyecek? PKK içeride yoruldu, biraz rahatlatılacak. Suriye içlerinde ise IŞİD'le
meşgul edilip PYD'ye alan açılacak. Bütün hesaplar PYD'nin elini güçlendirme
üzerine kuruldu.
Açık söyleyeyim; böyle bir basiretsizliğe teslim olursak Kuzey Suriye Koridoru
Türkiye'nin eliyle oluşturulmuş olacak. Biz savaşacağız, mücadele edeceğiz, o alanlara
PKK'yı, PYD'yi yerleştirecekler. Ne olacak sonra? Bütün bu bölgeden Türkiye
vurulacak. Belki onlarca yıl bu ülkeye kan kusturacaklar?
Bu açık oyunu görmüyor muyuz? Örgütler üzerinden köşeye sıkıştırıldığımızı,
örgütlerin birbirinin yerine ikame edildiğini, ancak hepsinin Türkiye'yi zorlamaya
dönük pozisyon alışlarını anlamıyor muyuz? Biri yorulunca geri çekiliyor, diğeri öne
çıkarılıyor. Sonra görevleri yeniden değişiyor.
Öncelikli tehdit burasıdır
Kobani'de, Kamışlı'da pişenlerin sınırın bu tarafına sevkedildiğini görmemize rağmen
neden hep susuyoruz? Sınırın diğer tarafında savaşamazsan savaş senin evine gelir.
Sınırın sıfır noktasında mücadele edemezsen savaş Anadolu içlerine kadar gelir, bunu
asla unutmayın. PKK da, PYD de coğrafyaya dönük yeni harita taslaklarının birer
argümanı ve çokuluslu savaşların parçası, unutmayın.
Son günlerde hem IŞİD hem de PYD'ye silah yağıyor. Füzeler sevkediliyor, bir tür
hava savunma sistemi devreye alınıyor. Türkiye'nin sınırın diğer tarafından gelen
tehditleri savuşturmasınınönünü almaya çalışıyorlar. İçeride ne olursa olsun, dünyada
ne olursa olsun Türkiye için birinci öncelik bu hattır. En büyük tehdit buradan
gelmektedir.
Nihai hesaplaşmaya doğru
Nihai hesaplaşmaya doğru gidiyoruz galiba. “Acımasız direniş”dediğim sınıra
yaklaşıyoruz. Belki de en ölümcül saldırı bu safhada olacaktır. İşte o zaman, bugün
açık mücadele veren cephede yer alanların bir kısmının ihaneti öne çıkacak. Yeni
ortaklar bulacaklar ve bu ortakların bir kısmı yakınlarımızdan çıkacaktır.
Biz, Türkiye'nin güçlü bir ülke olduğuna, her geçen gün daha da güçlendiğine
inanıyoruz. Siyasi iktidar alanını, ekonomik iktidar alanını genişlettiği kadar,
coğrafyanın ötelerine taştığını da görüyoruz. Siz, geri adım atmazsanız, direnirseniz,
daha fazlasını isterseniz saldırılar elbette artacaktır. Siz, Kızıldeniz'den Basra'ya ve
Kafkaslar'a kadar elinizi uzatırsanız içeriden ve dışarıdan yeni düşmanlarınız elbette
olacaktır.
Zaten bu mücadele kazanılmadan yeni Türkiye inşa etme imkanı yoktur. Bunu biliyor,
buna inanıyor, bu mücadelede sorgusuz sualsiz vatan cephesinde yer alıyoruz. Çünkü
biz, bu mücadelenin Birinci Dünya Savaşı'ndan beri devam ettiğine ve çok cepheli
olduğuna inanıyoruz.
PKK ve PYD'nin en büyük destekçisi Türkiye!
Sadece direnç hattını güçlendirme derdindeyiz. Sadece kişisel çıkar hesaplarına
ülkenin geleceğini kurban etmeme derdindeyiz. Sadece bu işte var olanların bir
kısmının bizi ne zaman terk edeceğini tahmin ediyoruz ve ona önlem almaya
çağırıyoruz.
Son söz olarak:
-Kılıçdaroğlu'nun “kan akar” sözünü basite almayın. Arkasından ne hesap çıkacağı
çok yakında görülecektir.
-Kuzey Suriye Koridoru dediğimiz kuşaktaki gelişmeler Türkiye için ölümcül
sonuçlara yol açabilir. En yakın tehdit buradadır.
-IŞİD'le mücadele gözlerimizi kör edebilir, bizi yeni hatalara sürükleyebilir. Birileri
bizi IŞİD'le meşgul edip PKK/PYD üzerinden başka bir hesap yapıyor olabilir.
-PKK ve PYD'nin en büyük destekçisi Türkiye'dir. Bu söz sizi ürkütmesin. Bu
örgütlere birçok ülke destek veriyor, silah sağlıyor, Türkiye'ye karşı savaştırıyor, onlar
üzerinden bizimle hesaplaşıyor. Ama onlar adına siyasi aklı iğfal eden, ülkeyi yanlış
yönlendiren, kafa karışıklığı oluşturan odak Türkiye içindedir. Tehlike kendi
içimizdedir.
habervaktim.com
Fâhişe Değilsiniz Ama… - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
O kadınlara soruyorum: Fahişe olmadığınız halde niçin fahişe kıyafeti giyiyorsunuz?
Yine soruyorum: Fahişe olmadığınız halde niçin fahişeler gibi davranıyorsunuz?
Bu iki soruma cevap verebilecek misiniz?
***
Ülkede eroinman, kokainman, bonzai bağımlısı mı çok, cep telefonu hastası, fetişisti,
kaçığı mı daha çok?
***
Ülkenin bütün şehirleri dijital kameralarla donandı, devlet gecenin köründe karşıdan
karşıya geçen kedileri bile biliyor da; uyuşturucu kaçakçılığını, dağıtımını nasıl
göremiyor, bilemiyor, büyük suçluları niçin kıskıvrak yakalayamıyor?
Bu yaman sorunun cevabını kim verecek?
***
Sokaktaki komşu otelciye sordum: İşler nasıl?.. Hemen hemen sıfıra yakın dedi.
Turizm sektörü çöküyor mu?
***
O Diyanet hutbesinin başlığı “Mezhepsizlik Fitnesi” olmalıydı.
***
O ilahiyatçının Müslümanlara İmam olarak gösterdiği herif, vaktiyle İskenderiye
Mason locasından atılmış. Gerekçe ne mi? “Biz böyle dinsiz bir herifi locamızda
görmek istemeyiz” demiş Kainatın Yüce Mimarına inanan biraderler… Masonların
bile dinsiz dediği musibet, Müslümanlara nasıl imam olur?
***
Son seçimlerde dinsiz partiye oy verilmesini isteyenler, merhum üstadlarının ve
şeyhlerinin kemiklerini sızlattı.
***
Müslüman kardeşliğini, iman uhuvvetini, İslam ittihadını darbeleyenler, Müslümanlar
arasında tefrika çıkartanlar din ve ümmet hainidir.
***
Hoparlörleri yüz on desibel şiddetinde açtıkları için o camiye gitmiyorum. Ezandan
değil, hoparlörden tedirginim.
***
Süslüman kadın herkesin içinde deliler gibi çıngıraklı kahkahalar attı, civardaki herkes
başını çevirip ona baktı. O utanmadı, bendeniz onun namına utandım, yerin dibine
geçtim.
***
Suriyenin nice şehri harabeye dönmüş, büyük sayıda Müslüman açlık çekiyormuş,
bazı yerlerde yemek bulamayan halk yabani otları kaynatıp yiyormuş… Bebekler
sütsüzlükten ölüyormuş. Bizde de bazı Müslüman zenginler fazla tıkınmaktan mide
çilesi çekiyormuş.
***
O kendini beğenmiş, nefs-i emmâresini putlaştırmış sahte dindarın, hazık bir gönül
doktoru tarafından tedavi edilebilmesi için iki sene gereklidir. Doktor yok, vakit yok,
adamın hali ne olacak?
***
Üstad Bediüzzaman hazretleri, Latin alfabesine lâdinî huruf demiştir ve alfabe
devrimini kesinlikle reddetmiştir. Risalelerin Latin yazısıyla neşrine geçici olarak
müsaade etmiştir. Her Nurcu, İslam Kur’an yazısını öğrenmelidir. Bu konuda büyük
hizmetleri geçen Hayrat Vakfı mensubu Yazıcı Nurcuları tebrik ediyorum.
***
Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin mütevâtir, mânen mütevâtir, sahih
hadîslerini; Avrupa Birliği kriter ve standartlarına göre ayıklamak küfürdür.
***
Tesettür sadece İslam’da değil, Musevilikte ve Hıristiyanlıkta da vardır.
***
Hadîs meali: “Mü’min bir mide ile yer, kâfir yedi mide ile…”
***
Sultanahmet parkında, iki şahane Japon kirazı ağacı vardı, Nisan sonunda gelin gibi
çiçekle donanırlar, bakanların gözleri bayram yapardı. Birtakım, elleri kırılasıca
hainler hiç lüzum olmadığı halde o mücevher gibi canım ağaçları kestiler. Bir
İstanbullu olarak onlara hakkımı helal etmiyorum. Ağaç katilleri!
***
Yol yaparken kedileri makinalarla ezip öldüren canavar ruhlu alçak katil gaddar
kimselere: Tevbe edip pişman olmasanız sizi çok kötü bir akıbet beklemektedir.
***
Üniversitede tarih okuyan Çerkez asıllı temiz dindar bir gençle tanıştım. Düzceli
Muhammed Zâhid el-Kevserî hazretlerini hiç duymamış. Onu hem Müslüman olduğu,
hem de Çerkez olduğu için tanımak zorundadır. Gençlerimizi iyi yetiştiremiyoruz.
habervaktim.com
Zina İftirası - Fuat Türker
Yazarın Tüm Yazıları »
Birkaç gün önce TV’de İran yapımı bir film izledim; ‘Soraya’yı Taşlamak’. Zina ile
suçlanan bir kadının, zalimce taşlanarak öldürülmesini konu alıyordu.
Film gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak çekilmiş ancak tamamıyla gerçek olduğuna
inanmak istemiyorum zira hem İslam adına, hem insanlık adına ürpertici bir filmdi.
Ruhum daralarak sonuna kadar izlemeyi başardım. Bağnazlığın ne denli karanlık ve
korkunç bir sistem olduğuna şahit oldum. Bağnaz insanların ne denli Allah
korkusundan uzak olabildiğine, korkusuzca Allah adına hüküm verebildiklerine,
ruhlarındaki karanlığın nasıl dehşet verici boyutlara ulaşabildiğine şahit oldum. Bu
zihniyetin en başta İslam’a ne denli zarar verebileceğine şahit oldum.
Film, Süreyya adında dört çocuklu, kendi halinde bir kadının hayatını ve zina
iftirasıyla taşlanarak öldürülmesini konu alıyordu. Aldatılan ve kocası tarafından terk
edilen kadın, çocuklarını geçindirebilmek için bir evde çalışmaya başlıyor ancak
boşanmak isteyen kocası tarafından, o evde yaşayan bir adamla ilişkide bulunduğu
iddiasıyla yargılanıyor ve taşlanarak öldürülmesine karar veriliyordu.
Yargılanıyor dedim ancak ne Kur’an’ın emrettiği gibi dört şahit, ne savunma, ne de
yemin yoktu. Sadece kendisiyle ilişkide bulunduğu iddia edilen adamın yalan ifadesi
üzerine alınıyordu bu karar. Dahası Süreyya’ya başlangıçta ‘muta nikahı’ teklif eden
Molla, ‘şimdi kalemini kırarken’ bu kararın Kur’an’ın verdiği ceza olduğu söylüyor,
böylece Kur’an’a ve Allah’a iftira atıyordu.
İftiranın boyutu öylesine tüyler ürperticiydi ki, İslam’a göre zina ile suçlayan erkekse,
kadının suçsuzluğunu ispatlaması, suçlayan kadınsa kocasının suçlu olduğunu
ispatlaması gerektiği iddia ediliyordu. Ne adaletsiz, ne insanlık dışı!
Taşlanma sahneleri ise dehşet vericiydi. Allah rızası için bunu yapmaları gerektiği
söylenerek, kadının kendi babasının hatta erkek çocuklarının bile eline taş
tutuşturuluyor, kadın taşlanıyor, halk da bunu izliyordu.
Cinsellik iftirası, Kur’an ayetlerinin de haber verdiği gibi büyük bir zulümdür. Masum
insanların zina ile suçlanmaları tarih boyunca yaşanan bir durumdur. Kaldı ki zina en
zor kanıtlanan suçtur. Çünkü Kur’an’a göre kadın ve erkeğin ilişki anını dört şahit
görmüş olmalıdır.
Zinaya dört tane açık şahit istenmesi, kadın ve erkek, tüm insanlar için müthiş bir
hayat garantisidir. Şahitleri getiremeyen, hiçbir şekilde kişinin aleyhinde suçlamada
bulunamaz. Şahidi olmadığı halde suçlamada bulunan kişiler Kur’an’ın ifadesiyle,
"Allah Katında yalancıların ta kendileridir”. Artık bu kişilere inanılmaz, şahitlikleri
kabul edilmez.
Toplumumuzda kadın ve erkeğin zinasına farklı bakılır. Toplum erkeğin elinin kiri
olarak görürken, Kur’an’ın kadın ve erkeğe öngördüğü ceza aynıdır. Nur Suresi’nde
zinanın cezası çok açıktır: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer
değnek vurun." (Nûr Suresi, 2)
Kur’an’da, eşlerine zina suçu atan ve kendileri dışında şahitleri bulunmayanların
durumuna bir bakalım;
Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise,
onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç
şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektir. Beşinci (yemini) ise, eğer
yalan söyleyenlerdense, Allah'ın lanetinin muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul
etmesi)dir. Onun (kadının) da dört kere Allah adına (yeminle) onun (kocasının) hiç
şüphesiz yalan söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmesi
kendisinden cezayı uzaklaştırır. Beşinci (yemini) ise, eğer o (kocası) doğru söylüyor
ise, Allah'ın gazabının muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dır. (Nur
Suresi, 6- 7- 8- 9)
Dört şahit getiremeyen koca, her bir şahit yerine kendisi Allah adına dört kez yemin
eder ve kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik eder. Ancak
beşinci kez bir yemin daha eder. Ve bu yeminle, eğer yalan söyleyenlerdense, Allah’ın
lânetinin muhakkak kendi üzerinde olmasını kabul eder.
Sıra suçlanan kadındadır. Kadın da dört kere Allah adına yemin ederek, kocasının hiç
şüphesiz yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik eder. Kadının bu yeminleri cezayı
kendisinden uzaklaştırır. Ancak onun da beşinci yemini olmalıdır. Eğer kocası doğru
söylüyor ise, Allah’ın gazabının muhakkak kendisi üzerinde olmasını kabul eder.
Yeminler aynıdır ancak Allah sonsuz adildir ve suçlayan erkeğin değil, suçlanan
kadının ettiği yemin geçerlidir. Bu konudaki ayetler şöyle;
Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise,
onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç
şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektir. Beşinci (yemini) ise, eğer
yalan söyleyenlerdense, Allah'ın lanetinin muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul
etmesi)dir. Onun (kadının) da dört kere Allah adına (yeminle) onun (kocasının) hiç
şüphesiz yalan söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmesi kendisinden cezayı
uzaklaştırır. Beşinci (yemini) ise, eğer o (kocası) doğru söylüyor ise, Allah'ın
gazabının muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dır. (Nur Suresi, 6- 7- 8-
9)
Zina, fuhuş ya da bir başka günah; tevbe kapısı insan için -ölüm anı hariç-her zaman
açıktır. Bağışlanma dileyen, tevbe edip ıslah olanlar artık cezalandırılmazlar. Şüphesiz
Allah, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
Son olarak; Kur’an’da recm cezası yoktur. (Bu konuya ileriki günlerde yazacağım bir
yazıda değineceğim.)
“Olmayın riyakârlık edenlerden,
Bir yanda yüksek sesle Kur’an’ı dillendirirken,
Öte yanda ahlâksızlığını sakladığını zannedenlerden.” (Hafız Şirazî)
habervaktim.com
O DOĞRUSUNU YAPAR YA DA “BİR GEMİYİ İKİ KAPTAN BATIRIR.” - Halil
Mert
Yazarın Tüm Yazıları »
Vatan ve Millet Sevginiz, siyasi ikbal beklentinizin ve şahsi menfaatinizin önüne
geçebiliyorsa benzer tedbirler düşünürsünüz.
“BAŞKANLIK SİSTEMİ GETİRİLECEKTİR: Devlet Başkanlığı olan
Cumhurbaşkanlığı ile Hükümet Başkanlığı olan Başbakanlık birleşecek, icraya kuvvet,
sür’at ve müessiriyet sağlanacaktır.” Bu ifade nerede yazıyor peki? Milli Selamet
Partisi 1973 Seçim beyannamesinde..
Başka; “İcrayı, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık olarak ikiye bölemeyiz. Her konuda
bütünleşmeci olduğumuza göre, icranın başında da bütünleşmeci olmalıyız. Türk tarih
felsefesi ve tarihinde icra organı hiçbir zaman bulunmamış yani tek bir başkan
tarafından yürütülmüştür. Milliyetçi Türkiye'de de demokratik milli cumhuriyet ilkesi
içinde başkan, Türk milletinin yürütme organının tek başı olacaktır. Tek başkan
sistemine uygun olarak, yasama organı yönünden de tek meclis sistemini savunuyoruz.
Avrupa krallık veya federal devlet rejimlerinin bir mirası olan senatonun, millet
meclisi yanında yasama işlerini geciktirdiği bir hüviyet taşıması dolayısıyla
kaldırılmasını istiyoruz.”
“Milliyetçi Hareket, Tek Başkan, Tek Meclis Sistemini savunur.” Bu satırlar nerede
yazıyor? Merhum Türkeş’in “MİLLİ DOKTRİN DOKUZ IŞIK” kitabında..
Başka kim istedi Başkanlık Sistemini? Merhum Özal..
Peki, fiili olarak başkanlık sistemi olmasa da partili Cumhurbaşkanlığını kimler yaptı?
M. Kemal Paşa.. Hem CHP’nin Genel Başkanı hem de Cumhurbaşkanı oldu. Ebedi
Şef… İ. İnönü aynı şekilde. Bayar da buna dâhildir.
Peki, mevcut yapının asıl maksadı ne?
Mevcut yapı iş yapmama sonuç almama, güvensizlik, karşılıklı kontrol, takip,
atılımları engelleme ve yoğun bürokrasi üzerine kurulmuş.
İngiltere, sözde çıktığı tüm ülkelerde statik yapılar ve kurumlar oluşturmuş. Mısır,
Pakistan, Hindistan, Türkiye.. Hepsinde benzer sistem sorunları mevcut. Adeta
Avustralya’ya atadığı genel valinin benzeri bir fonksiyon icra etsin diye Devletin
başına halkın seçmediği bir Devlet Başkanını dayamış. Yürütmeyi sürekli kontrol ve
takip eden, engelleyen… Malum Özal’a kadar da hepsi asker.. Diyeceksiniz ki Bayar
sivil! Pardon!...
Başkanlık Sistemi sürecini R. Tayyip Erdoğan’a endekslemek maksatlıdır. Ölümsüz
mü bu insan? Hayır! Peki, neden o öne sürülür? Çünkü sistemin çürük ve çarpık
olduğunun onlar da farkında. Başka bir mazeretleri yok ki!
Şimdi diyorlar ya; “Düşük Profilli Başbakan!” Kimse enaniyete kapılmasın. Sakın!
Tayyip Bey gibi çok çalışkan, fedakâr, son 50 yılı siyasetin ve halkın içinde yaşamış
bir adamla çalışmak, O’nunla uyumlu ve senkronize olabilmek zaten çok çalışmayı,
hızlı hareket etmeyi, hemen karar vermeyi, önalmayı, meseleleri çabuk kavramayı
gerektirir. En önemlisi de sorumluluklarının bilincinde olmayı ve cepheyi zaafa
uğratmak değil tam tersi güçlendirmeyi.
Silahlı Kuvvetler’de Komutanların karargâh komutanları vardır. Kurmay Başkanları..
Onların görevi karargâhın ve kıtaların uyumla çalışmasını sağlamak ve Komutanın
işini kolaylaştırmaktır. Bu insanlar Komutan kadar da değerlidir.
“Düşük Profilli Başbakan!” Ne alçakça!
AKPARTİ’nin bakanları, Başbakan yardımcıları Genel Başkan Yardımcıları yetenekli,
birikimli, liyakatli insanlardır. Hani Fatih Muhammed Han diyor ya; “Bizim
düşündüklerimizi siz hayal bile edemezsiniz.” Bu kötü tanım yerine “Fedakâr
Yardımcılar”dır bizim bakışımız.
Bu arada, MHP’de olanları da dikkatinize sunuyorum. Ülke dere geçiyor. Etraf ateş,
kan.. Ülke içine sıçramış kan ve ateş… Çözüm için en başta kararlılık gerekiyor.
Kararlılığın tezahürü için Başkanlık Sistemi. Devlet Bahçeli Bey meselenin farkında.
Devlet ve millete karşı sorumluluk duyan bir Devlet Adamı. Açıkça “Yasal destek de
veririz.” dedi. Başkanlık Sistemi’ne geçişte MHP’nin duruş ve kanaati çok önemli.
Ayrıca cemaat halen her şeyin tam ortasında. Malum seçimlerde CHP ve HDP’ye oy
istediler. Bir kısım insan bu yüzden ayrıldı. BBP’ni denediler. Sonuç alamayacaklarını
gördüler. Şimdi MHP ve Ülkücü potansiyeli elde etme derdindeler. Tabanı elde
etmeleri çok zor. Özellikle geçmişte emniyette Ülkücülere çok kötü davranmışlardı.
Ama tepeyi ele geçirmeleri daha kolay. Onlar aracılığı ile tabanı aldatmaları da.. Bakın
MHP’nin yargı sürecini karıştıran hakimler de paralel soruşturmadaki adamlar çıkar..
MHP’nin kongresi Milletimiz için çok önemli. MHP millet menfaatine olan
konularda çok doğru davrandı. Bunda da Devlet Bahçeli’nin duruşu çok önemli. Bu
duruşa Milletimizin ihtiyacı var. Ülkücüler sokağa çekilemediyse bunda Devlet
Bey’in payı çok büyük.
Ey Milletim. Malum “Bir gemiyi iki kaptan batırır.” Birbirine güvenmeyen iki başlı
yürütmeden sonuç alınamaz. Bu garabetten kurtulunmalıdır. Başkanlık Sistemine
AKPARTİ İktidarında ihtiyaç yok. Ama Millet ve Devletimizin istikrarlı geleceği için
var. Cumhurbaşkanımız bunun mücadelesini veriyor.
İnsanlarımıza soruyorum “Ne oluyor?” diye.. Çoğunluk Cumhurbaşkanımız ile ilgili
olarak; “O yapıyorsa doğrudur.” diyorlar. Aynı samimiyeti AKPARTİ’nin tüm
kadrolarından bekliyoruz. Şahsi ikbal, menfaat ve hırslardan artık arınılmalıdır.
Milletimizin bu teveccühüne layık olmak için daha çok gayret gösterilmelidir.
Cumhurbaşkanımız menfaatsiz desteklenmeli, kararlılıkla yanında durulmalıdır.
Zor günler birlikte aşılır. Ne diyor M. Akif;
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
habervaktim.com
Paralel yapı kimlere tezgah kurdu?
HABERVAKTİM YAZARLARI
Gün geçmiyor ki; FETÖ’nün kumpasları konuşulmuyor, makalelerde
değerlendirilmiyor olsun. Olayların üzerinden zaman geçtikçe CIA taşeronu Paralel
Yapı’nın oyunları daha bir netlik kazanıyor.
Milli Gazete yazarı Burhan Bozgeyik, bugünkü köşe yazısında Paralel Yapı’nın
kumpaslarını değerlendirdi. Makalesinde Paralel Yapı’nın yakın tarihteki en büyük üç
kumpasını ele alan yazar, “Bu ülkeye göz diken kem gözlülerin niyeti değişti mi,
oyunları bitti mi? Ne gezer… Onlarda oyun çok.” ifadelerini kullandı.
İşte Bozgeyik’in FETÖ kumpaslarını sıraladığı o yazısı:
Defalarca yazdık, ülkemiz, dünyanın âdeta zembereği gibi. Ülkemiz üzerine çevrili
nice hâin gözler, nice haset dolu bakışlar var. İşte bu kem gözlüler ve ülkemiz için
kemlik düşünenler, bu ülkeyi cidden seven, bu ülke insanının saadetini isteyen yerli
unsurlara da düşmandırlar. Bu yerli unsurları devre dışı bırakmak için, çağın, atom
bombasından da tesirli buluşu ile yani “Psikolojik harp sanatı ile”, “algı operasyonu”
ile hedef aldıkları kitleyi etkisiz hale getirebilmektedirler. Bunları târif için FÜK
diyelim. (Açılımı, “Fitne Üretme Komitesi”) Bu FÜK’ün içimizdeki uzantıları eliyle
yaptığı düzinelerle operasyonlar var. Bunlara “kumpas” da diyebiliriz. Biz bu
yazımızda yakın tarihimin üç büyük kumpasından bahsedeceğiz.
Birinci Kumpas, “Saadet Partisi’ne düzenlenen kumpas”tır. Bunun nasıl yapıldığını,
Muhterem Sadrettin Karaduman, 6 Mayıs 2016 tarihli yazısında net bir şekilde gözler
önüne serdi. O yazıyı bir kere daha dikkatle okumanızı tavsiye ederim. O yazıda bir
tek gazete haberi ve bir tek manşetle neler yapılabilindiği mükemmel şekilde
anlatılmaktaydı.
İkinci Kumpas, ordumuzun mensuplarına düzenlenen kumpastır. O davalar beraatla
neticelendiği için, rahatça yazabilir ve konuşabiliriz. Ordu müessesesi bir devletin en
hayâtî kuruluşudur. Orada meydana getirilecek kaos bütün ülkeyi etkiler, Allah
muhafaza, bu ülkede yaşayan herkesi etkileyecek sancılar doğurur. Bu kumpasın
tezgâhlandığı devre, benim yazıya ara verdiğim zamana rastlamaktaydı. Ama yine de
gazetecilik hissiyle konuyu yakından tâkip ediyordum. Birçok kişiden dinledim:
“Falan komutan, askerde benim komutanımdı. Çok vatanperver birisidir.” Diyorlardı.
Sonradan tevkif edilen komutanların ortak bir yönlerini müşâhede ettim. Pek çoğu,
bugün “Paralel Yapı” diye dillendirilen ve Birinci Kumpas’ta Saadet Partisi’ne de algı
operasyonu yapan ekibi yakın tâkibe almışlardı. Ama işte o koca koca komutanlar
muazzam bir algı operasyonu ile çuvallarla üretilmiş belgelerle (!) önce gözaltına
alındılar, sonra da tevkif edildiler. Birçoğu üç sene ve daha fazla hapis yattı. O
sıralarda bu komutanların ailelerinin vakûr duruşları dikkatimi çekmiş ve onları takdir
etmiştim.
Üçüncü Kumpas, ülkemizde yetişen müstesna bir âlime ve arkadaşlarına karşı yapıldı.
Şöyle hafızanızı bir yoklayın: Ülkemizde yaşayan Müslümanların inancının
temelinden sarsacak fikirler havada uçuşmaktaydı. Kur’ân-ı Azimüşşan’ın sarih
hükümleri bir tarafa bırakılmıştı. Dinler arası diyalog deniliyor, Hıristiyan ve
Yahudilerin de Cennete gideceği söyleniyor, onlarla kardeş olunduğu ifade ediliyordu.
Zekât, Allah’ın emrettiği sınıfların dışındakilere tahsis ediliyor, tesettür-i Şer’î
hakkında yanlış görüşler ileri sürülüyordu. İşte Şer’î ilimleri mükemmel şekilde tahsil
etmiş olan ve Peygamber Efendimizin (asm) tebliğ ettiği İslâmiyet’ten zerre kadar
tâviz vermeyen bir âlim bütün o görüşlere cevap veriyor, doğru İslâmiyeti anlatıyordu.
Sen misin bunu yapan, tıpkı Saadet Partisi’ne ve ordu mensuplarına yapılanlar gibi bir
algı operasyonu ile o muhterem âlim ve arkadaşları derdest edildi. Altı ay ile yirmi ay
arasında değişen müddetle hapis yatmalarına sebebiyet verdirildi. Sonunda o dâvâ da
–ordu mensuplarınki gibi- beraatla neticelendi.
Gelelim bu acı kıssalardan çıkaracağımız hisseye: Bu ülkeye göz diken kem
gözlülerin niyeti değişti mi, oyunları bitti mi? Ne gezer… Onlarda oyun çok. Bu
ülkeyi gerçekten seven, gerçekten yerli olan herkes uyanık olmalı. Bu gibi kumpaslara
hemen inanmamalı. Doğru bilgilerle teçhiz olunmalı. Yani bol bol okumak, neyin
doğru, neyin eğri olduğunu bir bakışta ayırt edebilecek hale gelmek zorundayız.
Kumpasçılara da “Âva giden avlanır”,“Kim eşer derin kuyu, o düşer yüzün koyu…”,
ya da Karedeniz fıkrasında olduğu gibi; “Furdi! Furdi! Furdi! Furildi…” diyelim. En
iyisi, biz onlara Kur’ân lisanıyla cevap verelim (meâlen): “…Onlar tuzak kuruyorlardı
(ama) Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
(Enfâl / 30)
habervaktim.com
AB’nin kalleşliğini sadece yöneticiler görmüyor - Abdulkadir Özkan
Yazarın Tüm Yazıları »
Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin serbest dolaşıma bağlanması, eğer serbest dolaşım
çıkar ise AB’nin aklanacağı gibi bir yaklaşım işin aslını görmemek/görememek ya da
görüldüğü halde görmemiş/görememiş gibi davranmak demekti. Bu ise kendimizi
kandırmak anlamına gelirdi. Bu ülkeyi 50 yılı aşkın bir süreden beri kapıda bekletip,
daha dün bağımsızlığını kazanmış ülkeleri içeriye davet eden bir yaklaşımın tüm
geçmişini aklamak için meseleyi getirip vizelerin kaldırılmasına bağlamanın aslında
hiçbir manası yoktu. Hatta bir adım daha ileri gidersek AB’nin vizelerin kaldırılması
hususunda da bir kalleşlik yapacağını görememiş olmaktı.
Okuyucularım AB konusundaki kesin tavrımı bilirler. Bize göre o kapının önünde
beklemekten vazgeçilmelidir. Bu bekletme ve bekleyiş onur kırıcıdır. Çünkü AB
ülkeleri kendi aralarında bir birlik oluşturmuşlar, aralarına yabancı sokmaya niyetli
değiller. Türkiye ise onlara göre yabancıdır. Bunu her fırsatta dile getirmekte,
‘İsterseniz içeri girmeden kapıda durun vaziyete göre ilişkilerimizi sürdürürüz’
demektedirler. Peki, AB’yi böylesine bir densizliğe iten sebep nedir? Kendi
densizlikleri ve İslam düşmanlıkları mı? Elbette AB’nin İslam ve Müslümanlara
bakışı, Müslümanları kendinden saymayışı etkili olmaktadır. Ancak, Türkiye’nin
ısrarlı bir şekilde her fırsatta aşkını tekrarlaması, bir başka ifade ile arsız âşıklığa
soyunması AB’nin Türkiye’ye karşı onur kırıcı tavrını sürdürmesine cesaret
vermektedir. Çünkü öylesine bir tavır sergileniyor ki AB bizi kabul etmezse ölürüz,
biteriz gibi hava estiriliyor. Niçin ölüp bitelim ki. Yüzyıllar boyu AB sayesinde mi
ayakta kaldık? AB üyesi olduğumuz için mi 600 yıl boyunca yeryüzünün belirleyici
süper gücü olduk? Aksine ne zaman ki, Batı olarak nitelendirilen Haçlı ruhuna
bağlandık, onlara benzemek için her şeyimizi değiştirmeye başladık, ortada ne biz
kaldık ne de onlara kendimizi kabul ettirebildik. Tüm bunları söylerken elbette
kılıcımızı kuşanalım, atımıza binip üzerlerine yürüyelim demiyorum ama kendimize
vazgeçilmez örnek olarak Batı’yı almış olmanın bize zarardan başka hiçbir yarar
sağlamadığını görmek durumundayız. Biz onlara benzemeye çalıştıkça onların
nazarında itibar kaybediyoruz.
Sadece itibar kaybetmekle de kalmıyor, İslam medeniyetinin yeniden ayağa kalkması,
eski onurlu konumumuza dönmemizi sağlayacak İslam Birliği’nin oluşmasını da zora
sokuyoruz. Bizi biz yapan, Haçlılardan ayıran kimliğimizi oluşturan İslam
medeniyetinin belirleyiciliğine sadece Müslümanların değil tüm insanlığın ihtiyacı
var. Çünkü yeryüzünde huzur ve barışın sağlanması, çıkarı değil adaleti esas alan bir
anlayışın hâkim olmasına ihtiyaç var. Aksi halde, Irak’ın işgalinin gerçek mahiyetini
anlayamaz, işgalcilerin söyledikleri gibi demokrasi, insan hakları ve Irak halkının
huzuru için işgal edildiği masalına alkış tutarız. Suriye’de yaşananları anlamaktan aciz
kalırız. Çünkü olaylara kendi değer yargılarımız açısından bakmıyor, Batı gözlüğü ile
görüyoruz. Batı gözlüğü olayın aslını değil, görmemiz gerekeni gösteriyor. Bir yandan
PKK, PYD ve IŞİD gibi terör örgütlerinin Batı’nın çıkarlarına hizmet ettiğini, onların
desteği ile varlıklarını sürdürdüğünü söyleyip ardından da bu örgütlerin
destekleyicilerinin oluşturduğu birlik içinde yer almak için çırpınıp durmanın mantıki
bir izahı olabilir mi?
Lafı uzatmanın anlamı yok. AB’nin bize bakışının değiştiğini söylemek için olayın
sadece vizelerin kaldırılmasına indirgenmesi yanlış bir yaklaşım idi. Buna rağmen bizi
kandırmak için bile bu yönde bir atmadılar. Buna gerek duymadılar. İmzalanmış bir
anlaşmaya rağmen şirin görünme yolunu seçmediler. Meseleye bu açıdan bakıldığında
AB ülkelerinin kendi açılarından net bir tavır sergilediklerini söylemek yanlış olmaz.
Bu noktada, günlerimizi vizeleri kaldırmadılar diye onlara kızarak geçirmek yerine hiç
olmazsa bundan sonra olsun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Sen yoluna, biz yolumuza”
restine sadık kalalım. İki gün sonra tüm bunlar olmamış gibi, geri adım atıp, “Ne olur
bizi de aranıza alın” demeyelim.
habervaktim.com
Himmeti millet, yâni İslâm olan Türkler gerek - Ahmet Doğan İlbey
Yazarın Tüm Yazıları »
Said-i Nursi Hazretleri “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” der ve
“Kişinin himmeti ne derece yüce olursa o insanın da o derece yüceleceğini” ifade
eder. Kişi, Allah yolunda gayret edip nefsini arıtabilirse kendini kurtarmıştır ve tek
başına millettir.
Bu sözün zımnında millet din mânasında kullanılmaktadır. Kişinin, himmeti sâyesinde
murat ettiği millet, dininin vecibeleriyle bütünleşerek sâlih bir mümin olmasıdır.
Himmet, hamiyet ve gayret duygusunun inkişâfı ile ortaya çıkar. Ulvî, yâni dînî
gayeler istikâmetinde gayretli olma mânâsına gelen himmet yüksek bir ruh hâlidir.
Nefsanî ve dünyevî olana meyletmeyenlerin ahlâkıdır.
Kalbin ulvî olanı aşk ve vecd içinde arzu etmesi, kalbin ve imanın Allah’a
ulaştırmayan meşguliyetlerden uzak durması, mâsivadan gönlünü çekip sadece Allah’a
yönelmesidir. Hz. Peygamberimiz s.a.v.’ın “Himmet yüceliği imandandır” buyurması
bu sebeptendir.
Tasavvuf, millet olmak isteyene “Nefsin yücelmesini istersen himmet kanatlarını aç.
Zira kuşu semalara yükselten kanadı olduğu gibi insanı da yücelten himmetidir”
düsturuyla nasihat eder. Abdulkadir Geylânî Hazretleri, himmeti “Nefsini dünya
sevdasından, kalbini mâsivadan uzaklaştırıp bütün maddî ve manevî duyguları ile
Allah’ın emrine ve rızasına yönelmek” olarak târif eder.
ESKİDEN HİMMETİMİZ MİLLETİMİZDİ…
Hamiyet ise din ve vatan gibi gibi ulvî değerleri korumak, imanda yücelmek, sâlih
mümin olmak, zamanını malâyânî meşguliyetlerle geçirmeden din yolunda
tamamlamak için gayret göstermektir ki, himmetin kemâl mertebesidir.
Kur’ân’da “Hamiyet-i cahiliye” den bahsedilir. Kavmini övmek, kahramanlıklarını
göstermek için gösterilen gayret ve taassubu ifade eder. Buna “asabiyet-i cahiliye” de
denilir. Hamiyet, millet olmak gayesinden, yani din ve imandan neşet ederse nur,
kavmiyetten kaynaklanırsa taassup şekline dönüşür.
Kalplerimizin, fikirlerimizin âcilen ihtiyacı olan himmetin mânasını Türkiye’de
yeniden “millet” olma tâlimine teşmil etmenin zamanı şimdi. Himmeti millet olan tek
başına millettir.
Eskiden himmetimiz milletimizdi. Himmetimiz milletimiz olduğu için de her birimiz
tek başımıza millet hüviyetini hakkıyla taşır ve vecibelerini yerine getirirdik. Sonra
himmet ve gayretimizi Batılılaşma ve uluslaşma uğruna heba ettik.
Türkiye’nin bugün yaşadığı sıkıntıların altında yatanlar bunlardır. Ateşin içinde
geçilen bir vasatta devlet ve millet bütünlüğün harcı âl-i Osman çağlarındaki hamiyetli
ve necip Türklerdedir.
habervaktim.com
Diktatörlük Var mı? - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
1930’larda Türkiye çok fakir bir ülkeydi. Köylülerin büyük kısmı sefalet içinde
yaşıyordu. Yol, su, elektrik çok azdı. Halk veremden, sıtmadan, kuzey Karadeniz
bölgesinin bazı yerlerinde frengiden kırılıyordu. İşçilerin sosyal güvencesi yoktu.
İşte o devirde, devlet başkanının binip temiz ve sağlıklı hava alması için, dünyanın en
lüks yatı Savarona satın alınmıştır.
Fakir devletin, fakir halkın, saçı bitmedik yetimlerin, ezilenlerin bütçesinden…
Bugün de israf var ama o günkü Savarona israfı gibisi yok.
***
Demokrasi gidiyor, yerine diktatörlük geliyormuş… Bunlar çok abartılı iddialardır,
gerçekle ilgisi yoktur.
Diktatörlük 1925’ten sonraki devirde vardı.
Şapka devrimine itiraz eden nice mâsum vatandaş asılmıştır.
Tenkit etmek yasaktı, cezası çok ağırdı.
Bugün otoriter zihniyetten bahs edilebilir ama kesinlikle, diktatörlük var denilemez.
***
Tek parti devrinde Ankara’nın Yenişehir kısmına yırtık pırtık sefil kıyafetli köylüler
sokulmazmış…
Rejim şakşakçısı Falih Rıfkı, bir baş makalesinde “Biz tarihte ilk defa mâbetsiz bir
şehir inşa ettik…” hezeyanını yazmış.
***
Millî Şef ismiyle diktatörlük yapan İsmet Paşa, uçağa binmezdi. Beyaz Tren denilen
son derece lüks bir treni vardı, onunla seyahat ederdi. O devirde trenlerde dört mevki
vardı: Kodamanlar ve zenginler lüks yataklı vagonlarda seyahat ederdi. Birinci mevki,
ikinci mevki, üçüncü mevki kompartımanlar vardı. Yolcu gemilerinde fakir halk
güvertede sandıkların, denklerin, sığır ve koyunların arasında yolculuk yapardı.
***
Tek parti vardı. Seçimlerde sadece bu partinin aday listesi kullanılırdı. Oylar açıkta
verilir, gizli sayılır ve parti yüzde 99 kazanırdı.
***
Din, inanç, ibadet, inançlarına uygun bir hayat sürme hürriyeti yoktu. Camilerin yüzde
sekseni kapalıydı. Binaları ya yıkılmış, ya satılmış, yahut kiraya verilmişti. 1943’te
İstanbul’daki Sultanahmet Camii bile ibadete kapatılmış, asker sevk deposu
yapılmıştı. Din, Kur’an, ilmihal dersi vermek yasaktı.
***
Basın Yayın müdür yardımcısı İzzettin Nişbay matbuata (Basına) bir genelge
göndererek dinî yayın yapılmamasını emretmişti. (Lütfen internetten arayıp okumanızı
tavsiye ediyorum)
***
Ayasofya kapatılmış, müze yapılmıştı. (Fatih Sultan Mehmed’in lanetli vakfiyesi
üzerimizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor.)
***
Ezan-ı Muhammedî okumak yasaklanmıştı. Okuyanlara çok ağır zulümler yapılıyordu.
***
İşçi sigortası, Bağkur gibi sosyal güvenlik yoktu. Sadece memurların biraz hakkı vardı.
***
İkinci dünya savaşı yıllarında İstanbul’da sıkıyönetim idaresi vardı.
***
Solcunun biri, yayınladığı şiir kitabının kapağındaki T’yi çekice, Ç’yi orağa benzetse
tutuklanıyordu.
***
1944’te Türkçüleri ve milliyetçileri tutuklamışlar, İstanbul Bahçekapı’daki Sansaryan
hanındaki tabutluklarda feci işkencelere uğratmışlardı.
***
1930’lu yıllarda bütün Türkiye’de, akşam kız sanat mektepleri dahil 40 kadar lise
vardı.
***
O kadar fakirlik vardı ki, parasızlar, yerlerdeki sigara izmaritlerini toplayıp, tütünlerini
bir araya getirip gazete kağıdına sarıp içiyorlardı.
***
Savaş yıllarında ekmek vesika ileydi.
***
İslama, Kur’ana, Şeriata savaş ilan edilmişti.
***
Kafirin biri “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” mısralı bir manzume yazmıştı.
***
Demokrasi, temel hak ve hürriyetleri aşığı birileri sümük salya ağlayıp o günlere geri
dönmek istiyor… Allah bizi böyle bir felaketten korusun.
14.05.2016
yeniakit.com.tr
“İSLAMOFOBİA” YA DA KORKUDAN KORKMAK
Tıpta tanımlanmış 400 korku türü varmış, 401.’si de “İslamofobia” herhalde..
Batı bu, yanında “Allah korkusu”, “Cehennem korkusu”nu da tedavi etmeye
kalkışabilir.
Mesela, “Ruh” Allah’tan bir “nefha”dır. Mahiyeti hakkında fazla bir şey bilmiyoruz.
Ama o insanı “Hz. İnsan” yapan, onu ölümsüz kılandır. Yani Allah’tan geldik ve O’na
döndürüleceğiz.. Mebde ve Mead arasındaki yolculuğumuzdaki ilahi öz O’dur.. Ama
bu batılılar “Ruh hastası” diye bir şey icad ettiler. Oysa “Ruh” hasta olmaz. Hasta olan
aslında o şeytanın oyun arkadaşı olmuş, nefsi-emmarenin peşine takılmış “akıl”dır.
“Fobi” aslında Yunan mitolojisinde “Dehşet Tanrısı”nın adıdır. Ve “Fobi” bir
hastalıktır.. Korkunun hastalık şekline dönüşmesi durumunda mantık aranmaz.
Yükseklik korkusu, kapalı yerde kalma korkusu, mesela şimdi yeni bir korku daha
çıktı “Veri Korkusu”, “Datafobi” internette, sosyal medyada aleyhinde bir bilgi
çıkması ihtimali.. “13 Korkusu” var mesela “Nomofobi”. Ya da “4 korkusu” “Tetra
Fobi”. Kayınvalide korkusu var mesela “Pentherefobi”. Korkudan, korkmaktan
korkma korkusu “Fobofobi”. Evet korkmaktan korkmak yani korkusuzluk da bir
“fobi” olabilir. İnsan kendinden korkar mı? Bazı insanlarda “Ayna korkusu” vardır,
aynada kendini görmekten bile korkar.. Doktordan korkan var.
Aslında “İslamofobia”, bir başka fobi olan “Zenofobi”nin bir türevi. Zenofobi
“yabancı korkusu” olarak da bilinir. Soykırım, tehcir aklın kontrolünden çıkmış nefsin
hastalığın eseridir. Yabancı korkusu/düşmanlığı da buradan gelir.. Hem Yahudiler, hem
de Yahudi karşıtlığı Zenofobiktir. Genellikle Siyonist Yahudiler herkesten, herkes aynı
şekilde Siyonist Yahudilerden korkar mesela.. Irkçılar Zenofobiktir. Uzaylı korkusu da
aynı korkudur.. İşçi patronundan, patron işçisinden korkuyorsa, kadın erkekten, erkek
kadından, gelin kaynanasından, kaynanası gelininden korkuyorsa mesela bu aynı
korkudur..
Batılılar, camiden, ezan sesinden, minareden korkuyor artık. Hatta kendi ülkelerinde
buna izin vermiyorlar. Başörtüsünden, tekbirden, Kelime-i Tevhid’den korkuyorlar.
Hristiyan dünyasında haçlı ruhundan kaynaklanan genetik bir korku vardır İslam’a ve
Müslümanlara karşı. Aslında batılılar herkesten korkarlar. Kızılderililere, kara
derililere, sarı ırka yaptıklarının bir gün kendilerine yapılmasından, intikam
alınmasından korkarlar. Luther’e göre Türkler Yecüc-Mecüc, onların dilinde Gog-
Magog’dur mesela. Deccal-Anti Chirist onlara göre bizim aramızdan çıkacak.. Bir
“Endülüs ezikliği” vardır. Ön yargı, kendini beğenme/Narsizm, ırkçılık, kıskançlık,
ihtiras, kin, kendinden olmayan her şeye ve herkese düşmanlık, nefret, hepsi üst üste
gelince nefsini şeytana teslim eden bir akıl onu, ekmel-i mahlukat, eşref-i mahlukat
olmaktan alıp “Belhum adal”e dönüştürüyor.
Kimi celladına aşık olur “Stockholm Sendromu”na yakalanır, kimi celladının
kahyalığına soyunur “Tom Amca sendromuna”. İslamifobik akıl bizi bu iki
sendromdan birine zorluyor.. Paralel yapı, Folk İslam, Liberal İslam, Protestan İslam,
şeriatsız İslam, Amerikano İslam, Türk İslam, demokratik İslam, adına ne derseniz
deyin size dayatılan İslam böyle bir şey.. Kendi “Christianity Army” diyecek, ama siz
“Hizbullah” demeyeceksiniz. Kendi “Armageddon” diyecek, ama siz “Melhame-i
Kübra” demeyeceksiniz.. Kendi “Süleyman Mabedi” diyecek, siz Mescid-i Aksa”
demeyeceksiniz. Kendi “kilise” diyecek, ama siz “cami” demeyeceksiniz. Kendi
“para” diyecek, siz “halife” demeyeceksiniz.. İsrail’in varlık ve güvenliğine yönelik, o
ne yaparsa yapsın itiraz etmeyeceksiniz. Hayat tarzınızı batılı kavram ve kurumlar
çerçevesinde şekillendireceksiniz. ABD ve NATO’nun askeri ve stratejik hedeflerine
engel teşkil etmeyecek ve uluslararası düzene itiraz etmeyeceksiniz.. İstedikleri bu. O
zaman sizi “Tom Amca” olarak onlara hizmet etmek üzere aralarına kabul edebilirler..
Siz onların dinine girseniz bile yabancı olarak kalacaksınız. Değilse savaş, terör ve
darbelerle sizi yola getirmeye çalışacaklar. Cahil bırakmak, fakirleştirmek ve ahlaki
değerlerinizin zaafa uğraması için ne lazımsa onu yapacaklar. Aranıza dini, mezhebi,
etnik, ideolojik, felsefi ve vicdani, kanaat farklılıklarına dayalı tefrikalar sokmaya
çalışacaklar, atomize edecekler, nötralize edecekler ve sizin hakkında insanları neye
inanacakları konusunda kararsızlığa sürükleyecekler. Sözlerini dinlerseniz havuç
verecekler, değilse sopa gösterecekler, hangisini “yersiniz” diye.. Alkol, uyuşturucu,
fuhuş, futbol, kumarla, sizi dünyevileştirmeye çalışacaklar.. Moda akımlarla kadın ve
gençlik üzerinden “Aksa-Nisa” yerine “Moda-Nisa” ikame etmeye çalışıyorlar sanki..
Başörtüsünü aksesuara dönüştüren bir anlayışla dini sembollerin içini boşaltmaya
çalışacaklar gibi. Bunu yaparken de suret-i haktan gözükmeyi ihmal etmeyecekler..
İslamofobia batılılar için bir haçlı mirasıdır.. Bugün için kendi uygarlıklarına yönelik
bir tehdit algılaması söz konusu. “Kıyamet teolojisi” açısından ise, “tarihin sonu”nu
getirecek bir “Medeniyetlerarası çatışma”, kıyamet hesaplaşması sorunu var. Aslında
Huntington ve Fukuyama’nın ya da Oliver Roy’un “Siyasal İslam”dan söz ederken
dilinin altında yatan gerçek bu olsa gerek.
İslamofobia anlamında Fundementalizmden / kökten dincilik / Radikal İslam’ı
kastederek ilk söz eden, işaret fişeğini ateşleyen siyasetçi Margaret Teacher oldu
sanıyorum.. Sovyetler dağılıp, Berlin duvarı yıkılınca, soğuk savaş bitince batılılara bir
haller oldu.. NATO tehlikenin rengini “Kızıl”dan “Yeşil”e çevirdi. 11 Eylül
saldırısından sonra artık Guantanamo sendromu ile “İslamofobia” dünya gündemine
oturdu.. Eş zamanlı olarak da “Ilımlı İslam”, Paralel devletle birlikte “Paralel din”
devreye sokuldu.. BOP Türkiye üzerinden “Yeni din” Ottoman markası ile İslam
dünyasına ihraç edilecekti. Amerikan Kolejinin yerini Gülen okulları almıştı.. Bakın,
DAEŞ’i kim örgütlüyorsa, bu “Ilımlı İslam”ı,” Euro İslam”ı da onlar örgütlüyor.. Türk
İslam, ya da Folk İslam, Liberal İslam, hepsi bu “Yeni, ehlileştirilmiş, alamet-i
farikaları yok edilmiş, batının değerler sistemi ile uyumlu, ona uygun hale getirilmiş,
normlara uygun bir din”in kapsamına giriyor..
Bu konu burada bitmeyecek, bir ara devam edelim, başka konulara da değinerek.
Selam ve dua ile..
Ağrı Hava Durumu
Aksaray Namaz Vakitleri
Aksaray Hava Durumu
Amasya Namaz Vakitleri
Amasya Hava Durumu
Ankara Namaz Vakitleri
Ankara Hava Durumu
Antalya Namaz Vakitleri
Antalya Hava Durumu
Ardahan Namaz Vakitleri
Ardahan Hava Durumu
Artvin Namaz Vakitleri
Artvin Hava Durumu
Aydın Namaz Vakitleri
Aydın Hava Durumu
Balıkesir Namaz Vakitleri
Balıkesir Hava Durumu
Bartın Namaz Vakitleri
Bartın Hava Durumu
Batman Namaz Vakitleri
Batman Hava Durumu
Bayburt Namaz Vakitleri
Bayburt Hava Durumu
Bilecik Namaz Vakitleri
Bilecik Hava Durumu
Bingöl Namaz Vakitleri
Bingöl Hava Durumu
Bitlis Namaz Vakitleri
Bitlis Hava Durumu
Bolu Namaz Vakitleri
Bolu Hava Durumu
Burdur Namaz Vakitleri
Burdur Hava Durumu
Bursa Namaz Vakitleri
Bursa Hava Durumu
Çanakkale Namaz Vakitleri
Çanakkale Hava Durumu
Çankırı Namaz Vakitleri
Çankırı Hava Durumu
Çorum Namaz Vakitleri
Çorum Hava Durumu
Denizli Namaz Vakitleri
Denizli Hava Durumu
Diyarbakır Namaz Vakitleri
Diyarbakır Hava Durumu
Düzce Namaz Vakitleri
Düzce Hava Durumu
Edirne Namaz Vakitleri
Edirne Hava Durumu
Elazığ Namaz Vakitleri
Elazığ Hava Durumu
Erzincan Namaz Vakitleri
Erzincan Hava Durumu
Erzurum Namaz Vakitleri
Erzurum Hava Durumu
Eskişehir Namaz Vakitleri
Eskişehir Hava Durumu
Gaziantep Namaz Vakitleri
Gaziantep Hava Durumu
Giresun Namaz Vakitleri
Giresun Hava Durumu
Gümüşhane Namaz Vakitleri
Gümüşhane Hava Durumu
Hakkari Namaz Vakitleri
Hakkari Hava Durumu
Hatay Namaz Vakitleri
Hatay Hava Durumu
Iğdır Namaz Vakitleri
Iğdır Hava Durumu
Isparta Namaz Vakitleri
Isparta Hava Durumu
İstanbul Namaz Vakitleri
İstanbul Hava Durumu
İzmir Namaz Vakitleri
İzmir Hava Durumu
Kahramanmaraş Namaz Vakitleri
Kahramanmaraş Hava Durumu
Karabük Namaz Vakitleri
Karabük Hava Durumu
Karaman Namaz Vakitleri
Karaman Hava Durumu
Kars Namaz Vakitleri
Kars Hava Durumu
Kastamonu Namaz Vakitleri
Kastamonu Hava Durumu
Kayseri Namaz Vakitleri
Kayseri Hava Durumu
Kırıkkale Namaz Vakitleri
Kırıkkale Hava Durumu
Kırklareli Namaz Vakitleri
Kırklareli Hava Durumu
Kırşehir Namaz Vakitleri
Kırşehir Hava Durumu
Kilis Namaz Vakitleri
Kilis Hava Durumu
Kocaeli Namaz Vakitleri
Kocaeli Hava Durumu
Konya Namaz Vakitleri
Konya Hava Durumu
Kütahya Namaz Vakitleri
Kütahya Hava Durumu
Malatya Namaz Vakitleri
Malatya Hava Durumu
Manisa Namaz Vakitleri
Manisa Hava Durumu
Mardin Namaz Vakitleri
Mardin Hava Durumu
Mersin Namaz Vakitleri
Mersin Hava Durumu
Muğla Namaz Vakitleri
Muğla Hava Durumu
Muş Namaz Vakitleri
Muş Hava Durumu
Nevşehir Namaz Vakitleri
Nevşehir Hava Durumu
Niğde Namaz Vakitleri
Niğde Hava Durumu
Ordu Namaz Vakitleri
Ordu Hava Durumu
Osmaniye Namaz Vakitleri
Osmaniye Hava Durumu
Rize Namaz Vakitleri
Rize Hava Durumu
Sakarya Namaz Vakitleri
Sakarya Hava Durumu
Samsun Namaz Vakitleri
Samsun Hava Durumu
Siirt Namaz Vakitleri
Siirt Hava Durumu
Sinop Namaz Vakitleri
Sinop Hava Durumu
Sivas Namaz Vakitleri
Sivas Hava Durumu
Şanlıurfa Namaz Vakitleri
Şanlıurfa Hava Durumu
Şırnak Namaz Vakitleri
Şırnak Hava Durumu
Tekirdağ Namaz Vakitleri
Tekirdağ Hava Durumu
Tokat Namaz Vakitleri
Tokat Hava Durumu
Trabzon Namaz Vakitleri
Trabzon Hava Durumu
Tunceli Namaz Vakitleri
Tunceli Hava Durumu
Uşak Namaz Vakitleri
Uşak Hava Durumu
Van Namaz Vakitleri
Van Hava Durumu
Yalova Namaz Vakitleri
Yalova Hava Durumu
Yozgat Namaz Vakitleri
Yozgat Hava Durumu
Zonguldak Namaz Vakitleri
Zonguldak Hava Durumu
Adana Cuma Namazı Ezan Vakti
Adıyaman Cuma Namazı Ezan Vakti
Afyonkarahisar Cuma Namazı Ezan Vakti
Ağrı Cuma Namazı Ezan Vakti
Aksaray Cuma Namazı Ezan Vakti
Amasya Cuma Namazı Ezan Vakti
Ankara Cuma Namazı Ezan Vakti
Antalya Cuma Namazı Ezan Vakti
Ardahan Cuma Namazı Ezan Vakti
Artvin Cuma Namazı Ezan Vakti
Aydın Cuma Namazı Ezan Vakti
Balıkesir Cuma Namazı Ezan Vakti
Bartın Cuma Namazı Ezan Vakti
Batman Cuma Namazı Ezan Vakti
Bayburt Cuma Namazı Ezan Vakti
Bilecik Cuma Namazı Ezan Vakti
Bingöl Cuma Namazı Ezan Vakti
Bitlis Cuma Namazı Ezan Vakti
Bolu Cuma Namazı Ezan Vakti
Burdur Cuma Namazı Ezan Vakti
Bursa Cuma Namazı Ezan Vakti
Çanakkale Cuma Namazı Ezan Vakti
Çankırı Cuma Namazı Ezan Vakti
Çorum Cuma Namazı Ezan Vakti
Denizli Cuma Namazı Ezan Vakti
Diyarbakır Cuma Namazı Ezan Vakti
Düzce Cuma Namazı Ezan Vakti
Edirne Cuma Namazı Ezan Vakti
Elazığ Cuma Namazı Ezan Vakti
Erzincan Cuma Namazı Ezan Vakti
Erzurum Cuma Namazı Ezan Vakti
Eskişehir Cuma Namazı Ezan Vakti
Gaziantep Cuma Namazı Ezan Vakti
Giresun Cuma Namazı Ezan Vakti
Gümüşhane Cuma Namazı Ezan Vakti
Hakkari Cuma Namazı Ezan Vakti
Hatay Cuma Namazı Ezan Vakti
Iğdır Cuma Namazı Ezan Vakti
Isparta Cuma Namazı Ezan Vakti
İstanbul Cuma Namazı Ezan Vakti
İzmir Cuma Namazı Ezan Vakti
Kahramanmaraş Cuma Namazı Ezan Vakti
Karabük Cuma Namazı Ezan Vakti
Karaman Cuma Namazı Ezan Vakti
Kars Cuma Namazı Ezan Vakti
Kastamonu Cuma Namazı Ezan Vakti
Kayseri Cuma Namazı Ezan Vakti
Kırıkkale Cuma Namazı Ezan Vakti
Kırklareli Cuma Namazı Ezan Vakti
Kırşehir Cuma Namazı Ezan Vakti
Kilis Cuma Namazı Ezan Vakti
Kocaeli Cuma Namazı Ezan Vakti
Konya Cuma Namazı Ezan Vakti
Kütahya Cuma Namazı Ezan Vakti
Malatya Cuma Namazı Ezan Vakti
Manisa Cuma Namazı Ezan Vakti
Mardin Cuma Namazı Ezan Vakti
Mersin Cuma Namazı Ezan Vakti
Muğla Cuma Namazı Ezan Vakti
Muş Cuma Namazı Ezan Vakti
Nevşehir Cuma Namazı Ezan Vakti
Niğde Cuma Namazı Ezan Vakti
Ordu Cuma Namazı Ezan Vakti
Osmaniye Cuma Namazı Ezan Vakti
Rize Cuma Namazı Ezan Vakti
Sakarya Cuma Namazı Ezan Vakti
Samsun Cuma Namazı Ezan Vakti
Siirt Cuma Namazı Ezan Vakti
Sinop Cuma Namazı Ezan Vakti
Sivas Cuma Namazı Ezan Vakti
Şanlıurfa Cuma Namazı Ezan Vakti
Şırnak Cuma Namazı Ezan Vakti
Tekirdağ Cuma Namazı Ezan Vakti
Tokat Cuma Namazı Ezan Vakti
Trabzon Cuma Namazı Ezan Vakti
Tunceli Cuma Namazı Ezan Vakti
Uşak Cuma Namazı Ezan Vakti
Van Cuma Namazı Ezan Vakti
Yalova Cuma Namazı Ezan Vakti
Yozgat Cuma Namazı Ezan Vakti
Zonguldak Cuma Namazı Ezan Vakti
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen