habervaktim.com
Sahabe’den sonra İslâm’a En Büyük Hizmeti Türkler Yapmıştır - Ahmed Yasin Gürkan
Yazarın Tüm Yazıları »
Kimileri Arvasî Hocanın “Seyyid” olduğundan hareket ederek, Türk milliyetçiliğine gönül
vermesini yadırgamaktadırlar. Hâlbuki Arvasî Hocaya göre Türklük bir etnik-ırkî tezahür
değil, bilâkis bir milletin, medeniyetin ismidir. O bir konuşmasında da ifade ettiği gibi
Sahabe-i Kiram’dan sonra İslâm’a en büyük hizmeti Türk milletinin yaptığını biliyor ve bu
sebepten “İslâm’ı gâye edinen Türk milliyetçiliği” fikrini savunuyordu. Yine bir
konuşmasında “Eğer Türk iseniz Avrupa’ya gittiğinizde size ikinci bir soruyu sormazlar,
çünkü sizin Müslüman olduğunuzu bilirler, lâkin Arap iseniz size ‘Müslüman Arap mı,
hristiyan Arap mı’ olduğunuzu sorarlar. İşte aradaki fark budur” diyerek Türklüğü sığ
anlayışlardan çıkarıp derin manası ile telakki etmiştir.
Türk milleti ve hususen Türk’ün İslâm Ülküsüne gönül verenler, yaşadıkları asrın Alp
Erenleri, Derviş-Gazileri olmaları hasebiyle, Arvasî Hocanın nezdinde Allah dâvasının
taşıyıcılarıydılar. Arvasî Hoca burdan hareketle “Ben Afrika’nın ortasında doğmuş bir
zenci olsaydım ve bu şuur yine bende olsaydı tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü
ben Amentü’ye iman ettiğim gibi iman ediyorum ki, Türk milletinin de İslâm âleminin de
mazlum milletlerin de kurtuluşu Türk milliyetçilerindedir, Türk - İslâm ülkücülerindedir”
diyerek her daim Türk-İslâm Ülküsüne gönül verenlere destek çıkmıştır. Arvasî Hoca
birileri tarafından milliyetçiliğin içinin boşaltılıp, ulusalcı-kemalist sapmaların yaşandığı
bugünleri görseydi kim bilir ne derdi?
Cenab-ı Allah Mâide Sûresi, 54. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden
kim dininden dönerse, Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı
severler. Mü’minlere karşı nefislerini aşağı görürler, kâfirlere karşı da izzet ve şeref
sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte
bu Allah’ın fazlıdır onu dilediği kimseye verir, Allah âlimdir, ihsanı geniştir.”
Arvasî Hoca yukarıdaki ayet-i kerimede ifade edilen vazifeyi muhterem ecdadımızın en
güzeliyle yerine getirdiğine inanır ve bugünde Türk milletinin yeniden bu tarihî
vazifelerine talip olmaları gerektiğini söylerdi. Burada şu bilinmelidir ki Cenab-ı Allah bu
vazifeyi lâyık olana verir, ecdad-ı izam İslâm’ı öyle bir yaşadı ve yaşattı ki asırlarca
İslâm’ın sancaktarlığını yaptı, bugün de Türk milleti ma’lâyani işleri terk edip, hayra
yönelmeli, sarsılmaz bir birlik halinde bütün maddî ve manevî kudretini Allah için sarf
etmelidir.
Türk-İslâm medeniyetinde “vakıf” kavramı çok mühim bir yer teşkil eder. Ecdadımız âyet
emri gereği mallarını Allah’ın yolunda infak etmek gayesiyle sayısız vakıflar kurmuştur.
Bunun yanında Türk-İslâm geleneğinde kendi nefsini Allah için vakfeden manasında “vakıf
insan” tabiri vardır. Arvasî Hoca da tam bir “vakıf insan”dır. Bu hakikati bir konuşmasında
şöyle dile getirir: “Benim tek gâyem rıza-i ilahidir. Ben kendimi İslâm dinine ve Türk
milletine vakfettim. Bir şey vakfedilirse artık o vakfedilen geri alınamaz.”
Arvasî Hoca kendi nefsini vakfetmenin yanında 70’lerin sonunda bir grup gönüldaşı ile
beraber Türk Gençlik Vakfını kurarak, hapishanelerde yatan milliyetçi-mukaddesatçı
gençler ile onların ailelerine maddî yardımda bulunmuş ve tahsil çağındaki milliyetçi
talebelere burs sağlamıştır.
Bütün bunları yapan Arvasî Hocanın bir öğretmen maaşı ile geçinmeye çalışan beş çocuklu
bir aile babası olduğunu ve hayatı boyunca bir ev alacak parası olmadığı için hep kirada
oturduğunu belirtmeden geçemeyeceğiz.
Zaten bir yerde “dünya metaı”na meyil var ise orada Allah’ın rızası ortadan kalkar.
Müslümanların da bu hususta Şanlı Peygamberimizi (aleyhisselâm) misal kabul etmeleri ve
aşırı yığma-biriktirme yapmamaları İslâm’ın şiarındandır.
Türk milliyetçiliği üzerine kafa yoran çok kıymetli isimler var. Lâkin bunların arasında
Arvasî Hoca meseleleri ele alışı, temellendirişi yönünden milliyetçi-mukaddesatçıların
kutup yıldızıdır.
Hareketin aslî mecrasına oturmasına vesile olmuş, kavramların hepsini yerli yerince
açıklamış, kafalardaki bulanıklığı gidermiştir.
Arvasî Hoca sıklıkla kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” tabirinin ağza hoş gelse de ilmî
olarak doğru olmadığını ispat etmiş ve yerine daha doğru ve yerinde bir tabir olan “Türk-
İslâm Ülküsü” ifadesini ortaya atmıştır. Sentez, Hegel diyalektiğinin ürünüdür ve “tez” ile
“anti-tez”in çarpışmasından doğar. İşte Arvasî bu kavrama itiraz etmiş, Türk ve İslâm’ın
birbirilerine zıt olmadığını, biri diğerinin anti-tezi olmadığını, bunların bir sentez değil
“terkib” olduğunu ifade etmiş ve Türk –İslâm Ülküsü kavramını ortaya atarak büyük bir
fikrî hatanın önüne geçmiştir.
12 Eylül darbesi milliyetçi-muhafazakâr camia için büyük bir imtihan niteliğindeydi.
Darbeden sonra Türkiye’nin geçirdiği içtimaî yozlaşmadan bütün gruplar nasibini almıştı.
Şüphesiz bu gruplardan biri de milliyetçilerdi. Böyle bir ortamda talebelerinden bir tanesi
bozulmadan şikâyet eder, Hoca da şöyle cevap verir: “Türkiye’de dâvasına sadık
Ülkücüler hâlâ var. Nizâm-ı âlem dâvasına bağlı, hedefi bütün insanlığa hizmet götürmek
olan Ülkücüler var. Bunlar Türk-İslâm Ülküsünün Alp Erenleridir. Dâvalarından vazgeçmiş
değillerdir. Fakat şimdilik ortalıkta gözükmüyorlar. Bu hâl içinde bulunduğumuz şartların
bir sonucudur. Şuan camiamızda üç tip insan görünüyor: Hakikî Ülkücüler, Ülkücü
geçinenler, Ülkücülükten geçinenler..Zamanla her şey yerli yerine oturacak…Ümidini
kaybetme, bu karamsarlığı bırak.” Yine insanlardaki yozlaşmaya karşı Arvasî Hoca:
“Ülkücülük kayıtsız şartsız Allah’a itaat etmek demektir. Allah’a itaat etmeyen ben
ülkücüyüm demesin. Allah’tan korksun, Allah’ın Resulü’nden (aleyhisselâm) utansın”
diyerek gerekli ikazı yapmıştır.
Arvasî Hoca’nın yarım asrı aşan ömrü hep mücadele içinde geçmiştir. Hayatındaki bu
daimi mücadele bedenini hayli yıpratmıştır. Mamak zindanlarında geçirdiği günler naif
bedenini iyice sarsmış ve kalp krizi geçirmesine sebep olmuştur. Kalp krizine rağmen
cezaevi yönetimi işi ağırdan almış gerekli tıbbî müdahale çok geç yapılmıştır.
Hapishane hayatından sonra da gazetede yazmaya devam etmiştir. Kendisi yazma gayesini,
“Biz sadece Allah için yazarız” diyerek açıklamıştır.
1988 senesinin 31 Aralık gecesi yine daktilosunun başında “Allah için” yazı yazarken kalp
krizi geçirip sandalyeden yere uzanmış, hanımının telkin ettiği “Kelime-i Şehadet”i
söyleyerek bekâ âlemine, aslî vatanına ve biiznillah çok sevdiği “muhterem Ecdadı”nın
yakınına göç eylemiştir.
Cenab-ı Allah’tan muradımız o dur ki, cennet payesine erebilirsek bizi yetiştiren, besleyen
o memba’ başta olmak üzere Arvasî Hocamızın, Necip Fâzıl dedemizin, İmam-ı Azam,
Yesevî, Gazalî, Rabbanî ve daha nice evliya, şüheda, umera, ulema, fukaha (Allah sırlarını
takdis eylesin) ecdadımızın sohbetlerine beka âleminde nail olabilmeyi nasip eylesin.
Arvasî Hocamızın kabri İstanbul Edirnekapı Kabristanında, Şeyhülislâm İbn-i Kemal
Hazretlerinin yakınındadır.
habervaktim.com
En Büyük Hizmetler, Hayırlar, Şerefler - M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »
M. Şevket Eygi / Milli Gazete
1. “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadîs-i şerifinin bildirdiği üzere;
Müslümanlara ve gayr-i Müslimlere faydası dokunmak büyük bir hayır ve şereftir.
2. Önce gayr-i Müslimlere nasıl hayır yapılabilir, onları düşünelim… İnsanları en güzel
şekilde İslam’a, imana, Kur’ana davet etmek büyük bir hayırdır.
3. Bu hayır en güzel şekilde yapılmalıdır… İnancı olmayan kimseleri büsbütün inançsız ve
kâfir yapacak bir dâvet, gerçek dâvet olmaz, anti-dâvet olur.
4. Bir buçuk milyar nüfusu olan ve trilyonlarca liralık petrol gelirine sahip İslam
dünyasının insanlığı Hak Dine davet maksadıyla, Ümmet çapında bir “Tebliğ, Dâvet ve
İrşad Teşkilatı” kurması gerekir. En az yüz dilde (tekrar ediyorum yüz dil) ciddî ve kaliteli
davet ve irşad yayınları yapılması gerekir.
5. Ayrıca çok etkili ve ciddî internet siteleri açılmalıdır.
6. Her yıl bu konuda milyarlarca faydalı güzel broşür, kitapçık yayınlanmalıdır.
7. İkinci büyük şeref ve hayır, önce Türkiye’de, sonra İslam dünyasında güçlü, vasıflı,
etkili İslam Mektepleri açarak, çocuklara ve gençlere Kur’ana, Sünnete, Şeriata uygun
eğitim verip, onları vasıflı güçlü üstün Müslümanlar olarak yetiştirmektir.
8. Sosyolojik bakımdan Müslüman olan ama İslamı iyi ve doğru bilmeyen halka, etkili bir
metotla eğitim vererek, onları gerçek İslam’a çevirmektir.
9. Halka İslam Kur’an Sünnet ahlakının değerlerini, ilkelerini, kurallarını öğretmek, İslam
dünyasındaki ahlak fesadı ile mücadele etmek, Müslümanları Kur’anî ve Nebevî yüksek
ahlak ile ahlaklandırmaktır.
10. Büyük ve hayırlı hizmetlerden biri, İslam dünyasında ittihad ve uhuvvet için çalışmak,
Ümmet birliğini kurmak, bugünkü tefrikayı, Balkanlaşmayı, çekişme ve tepişmeleri
önlemektir.
11. Ümmet-i Muhammed’in başına râşid, âdil, muttaqi, muhlis, müdebbir, firasetli,
muktedir bir Halife seçilmesi için; en uygun ve düzgün bir şekilde çalışmak da temel bir
hayır ve hizmettir.
12. İslam dünyasının belini büken bedeviliğin, yüzeysel şifahî anti kültürün yerini medenî
İslam kültürünün alması için çalışmak başlı başına bir hizmettir.
13. Namazı yitirmiş ve şehvetlerine uymuş yüz milyonlarca (Türkiyede on milyonlarca)
Müslümanın tekrar namazı başlaması için çalışmak.
14. Bilhassa Türkiye’de, farz namazların camilerde, ehliyetli liyakatli icazetli fakih
imamların ardında cemaatle kılınması için çalışmak.
15. İmanlı olmayan bir kimseyi, en uygun ve etkili şekilde İslama, İmana, Kur’ana çağırma
hizmeti; en şerefli, en sevaplı, en hayırlı bir hizmettir.
16. İslam kadın ve kızlarını Kur’ana ve Sünnete uygun tesettüre ve hicaba çağırmak büyük
hizmettir. Açık olanların kapanması, Süslüman tesettürlülerin Müslüman tesettüre
yönlendirilmesi bu hizmetler cümlesindendir.
17. Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri, birbirlerini korumaları, hayırlı işlerde birbirlerini
desteklemeleri için çalışmak da böyledir.
18. Türkiye’yi yıkacak bir hale gelen israfla, lüksle, aşırı tüketimle, bin türlü fetişizmle,
beyinsizlikle mücadele etmek, halkı itidale, kanaate, islamî mazbut hayata çağırmak
hizmetleri.
19. Zekatın Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha uygun ve mutabık olarak, Kitabullahta zikr
edilen gerçek şahıslara (parayı veya malı) temlik suretiyle verilmesi için çalışmak. Hükmî
şahıslara, dernek ve vakıflara zekat verilemeyeceğini anlatmak.
20. Emr-i mâruf ve nehy-i münker hizmetleri de önde gelen büyük hizmetlerdir.
21. Müslüman halkı aşırı şekilde dünyaya yöneltmekten korumak, yönünü (dünya vazife ve
hizmetlerini yapar olduğu halde) âhirete çevirmek ve bu suretle insanları ebedî saadete
götüren yollara sokmak da büyük hayır ve hizmettir.
22. Din ve mukaddesat sömürücüsü şerefsiz eşkıya ve haşaratla en uygun şekilde mücadele
etmek, Müslümanları bu konuda uyarmak, aydınlatmak, bilgilendirmek büyük hizmettir.
23. Cami mihraplarına, minberlerine, kürsilerine; ehliyetli, liyakatli, ihlaslı, muttaqi, zahid,
icazetli imamlar, hatipler, vaizler geçirmek için çalışmak, böyle hademe-i hayrat
yetiştirmek büyük hizmet olur.
24. Şu âhir zaman fitneleri, fesatları, sosyal ve kültürel depremleri içinde; 19’uncu asırda
Kafkasyada İmam Şamil nasıl çalışmışsa aynı metotla çalışmak da büyük hizmettir.
25. İnsanları küfür ve sapıklık, fısk ve fücur, her türlü fuhşiyyat (azgınlık) yangınlarından
ve salgın hastalıklarından, tağutî bağımlılıklardan kurtarma çalışmaları.
26. Halkı israflı otomobil, lüks cep telefonu, gösteriş, müzeyyen mesken deliliğinden
kurtarma hizmetleri.
27. Kur’ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına uygun şekilde yaşayan bir Müslümanın;
halka ve çevresine örnek olması, onu görenlerin işte vasıflı ve gerçek Müslüman böyle
olmalı demeleri de büyük hizmettir.
28. Ehl-i Sünnet için doğru ve uygun şekilde çalışmak da büyük hizmet ve hayırdır.
29. İslamın ve mukaddesatın süflî politikaya alet edilmemesi için halkı uyarmak.
Bugün Türkiye’de Kur’an ve Sünnet kriterleri bakımından hizmet ve hayır olmayan işlere
her yıl milyarlarca dolar harcanıyor.
Sanatlı olmayan, yeterli cemaati olmadığı için mânen harap durumda bulunan müzeyyen
camiler… Hiç lüzumu olmadığı ve sanata aykırı olduğu halde çok uzun, bol şerefeli
minareler… Günde beş kez avaz avaz bağırtılan, dine ve ezana eza veren hoparlörler…
Cami kaloriferleri ve klimaları, sık sık değiştirilen cami halıları… Bazısı darphane gibi
para kesen cami WC’leri… Kur’ana Sünnete Şeriata aykırı şeytanî lüks Süslüman
tesettürleri… Cemaat tarikat sekt hizip fırka holiganlıkları… Daha neler neler.
Yukarıda saydığım çok hayırlı, çok şerefli, çok sevaplı temel hizmetleri yapabilmek için
birtakım şartlar gerekir:
1. İslamı iyi bilmek ve iyi anlamış olmak.
2. Çağ kültürünü yakalamış, hattâ onun üstüne çıkmış olmak.
3. Bu hizmet ve hayırları yapmaya ehil kimseleri bulup kadrolaşmak.
4. İhlas sahibi olmak. İçlerinde riya ve nifak bulunanlar böyle hayırlı hizmetler yapamaz.
5. Yüksek İslam ahlakına ve yine yüksek karaktere sahip olmak.
6. Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona), Ashab-ı Güzin efendilerimize, Ehl-i
Beyt efendilerimize, Selef-i Sâlihîn efendilerimize, evliyaurrahmana irtibatlı olmak,
onların yolundan gitmek.
Cenab-ı Hak bizleri hayır hasenata, böyle hizmetlere nail ve müyesser kılsın.
habervaktim.com
Türk milliyetçilerinin iflah olmaz hastalığı: “Atatürk’e bağlılık” - Ahmet Doğan İlbey
Yazarın Tüm Yazıları »
Türk milliyetçisi olduğunu iddia eden biri, “Türk devletinin kurucusu, Türklüğün
Himalayası ve büyük Türk milliyetçisi Mustafa Kemal Atatürk…” diye başlıyorsa söze,
Türklüğünü Müslüman olunca kazanan milletin milliyetçisi olmak düşüncesinde noksanlık
vardır.
Bir Türk milliyetçisi, “Atatürk’ün hayatı ve kişiliği milliyetçiliğimize ışık tutacak bir
hazinedir” diyerek yola çıkıyorsa, İslâm zemininde Türk olmuş bir milletin milliyetçiliğini
yaptığı söylenemez.
Bu mantaliteye sahip Türk milliyetçisi, Müslümanlığını yekpâre bir şekilde Türklüğüne
taşıyan milletin değerlerini Batıcı inkılâplarla değiştiren M. Kemal’in Fransız tarzı seküler
milliyetçilik fikrini savunuyorsa o milliyetçilik iflah olmaz.
“İSLÂM’IN TÜRKLERİN BEYNİNİ SULANDIRDIĞINI” SÖYLEYEN M. KEMAL
TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLABİLİR Mİ?
M. Kemal’in devlet adamlığı, kişiliği ve hayatı, Türklüğünü İslâm’la aynı gören millete ışık
tutabilir mi? Taban tabana zıt iki anlayış uyuşabilir mi? M. Kemal’in, Allah’ı insanların
uydurduğuna, âyetleri peygamberlerin yazdığına, İslâm’ın Türklerin beynini sulandırdığı
dair hakkında beyanları ve el yazıları olmasına rağmen onun Kur’ân’a hizmet ettiğini,
samimi bir Müslüman olduğunu söyleyenlerin Türk milliyetçiliği kıyamete kadar bu ülkede
abâd olmaz. Şu görüşleri taşıyan Türkçü veya Türk milliyetçiliği iflah olur mu?
“SİYASÎ ÜMMETÇİLER ATATÜRK’TEN SOĞUTUYORLAR” MIŞ!
“Atatürk, Kur’an’ın herkes tarafından kolayca anlaşılması için büyük bir çaba gösterecek
kadar samimi bir Müslüman’dır. Atatürk’ün Batıcılığı da saptırılmıştır. O, muasır
medeniyet seviyesinin üstüne çıkmayı hedefleyen, yani Batı’nın vardığı noktayı aşan bir
medeniyeti hedef göstermişti. Doğrusu da buydu. Oysa bir kısım siyasi ümmetçiler onu Batı
hayranı olarak tanıtarak halkından soğutma gayreti içindedirler. Atatürk’ü hiç okumadan,
bu propagandaların etkisi altına girmiş ve Atatürk’ü kendi değerlerimize yabancılaşmakla
suçlamaktadırlar. Bunda, Cumhuriyet idaresini içine sindiremeyen, aşırı tutucu
Müslüman-Arap dünyasının ülkemizdeki propagandalarının da etkisi olduğu açıktır.”
Son derece komik ve gerçeklerden uzak cümleler bunlar…
ÂRIZALI BİR SÖZ: “TÜRK MİLLİYETÇİLERİ ATATÜRK’Ü DOĞRU ANLATMALI”
Özrüyle kalmayıp, kabahatine kabahat ekleyen şu düşünceler Türk milliyetçisi birisinden
sâdır olabiliyorsa Türk gençliğinin işi zor demektir:
“Gâzi Mustafa Kemal Atatürk hakkında olumsuz propagandalara seyirci kalmamak Türk
milliyetçiliğinin görevleri arasındadır. Gençlerimize milliyetçi saydığımız yazar ve
mütefekkirlerin görüşleriyle Atatürk’ü sağlıklı olarak öğretmek gerek. Devletin temellerini
Cumhuriyet üzerine inşa etmesi laik ve üniter devlet yapısını yerleştirmesi sayesinde
ülkemiz, tüm zorluklar ve yanlış idarelere rağmen her türlü tehlikeye karşı göğüs gerebilen
bir dünya devleti hâlinde varlığını devam ettirebilmektedir. Türk milliyetçileri olarak,
O’nun çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren yeşermeye başlayan sağlam millî
karakterini, devlet adamlığını ve ülkülerin dayandığı millî temelleri inceleyip,
gençlerimize doğru olarak aktarmak zorundayız.”
MALÛL BİR İFADE: “ATATÜRK, ALLAH’IN TÜRK MİLLETİNE BİR LÜTFUDUR”
Gençliği de devlet adamlığı da içki sofralarında geçen, Türklüğe pozitivist zaviyeden
bakan M. Kemal’in karakterinden İslâm mânasına gelen “millî ülkü” sâdır olabilir mi?
İslâm’la hâlhamur olan Türk milletinin pozitivist-seküler zemine dayanan Atatürkçülüğe
karşı olması gerektiğini idrak edemeyen bir kısım zavallı Türkçü veya Türk
milliyetçilerinin elinde Türklük âbad olamaz.
Laiklikle malûl Türkçü ve Türk milliyetçileri hâlâ “Atatürk’ü, Allah’ın Türk milletine bir
lütfu…” olarak görmeye devam ediyorlar ki, Müslümanca hayat ve devlet sistemiyle
yeniden buluşmaya niyetli Türk milletinin aşağıdaki pür-ârızalı düşüncelerle dolu bir Türk
milliyetçiliğine rağbet göstermesini beklemek ham hayâl olsa gerek:
“Atatürk, felsefi köklerini büyük Türk milliyetçisi düşünür Ziya Gökalp’in attığı bir proje
olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, dönemin en ileri siyasal
projesidir. Keşke Ziya Gökalp 1924’te ölmeseydi de M. Kemal Atatürk’e fikrî yoldaşlık
yapmaya devam etseydi. Ancak, bütün olarak bakıldığında Atatürk’ün hayatının ve
eserlerinin olağanüstü olduğu görülür. Böyle bir hayatı yaşayan ve neticede yurttaşı
olduğumuz bir devleti kuran, bize bırakan Atatürk’ün, Allah’ın Türk milletine bir lütfu
olduğunu görmemek için kör olmak lâzım.”
İslâm’ı seküler bir sistem içinde kültürel bir unsur olarak gören laikçi Ziya Gökalp
ölmeseydi de M. Kemal Atatürk’e yoldaşlık etseydi diyen milliyetçilik anlayışı zavallılık
taşıyor. İslâm’la mündemiç olan Türklüğe hiçbir müsbet değer katmayan M. Kemal’in
hayatına ve eserlerine olağanüstü kıymet atfeden milliyetçi düşüncenin bu ülkede neşv ü
nema bulacağını söylemek akla ziyandır.
“ATATÜRK’ÜN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ GÖZDEN DÜŞÜRÜLÜYORMUŞ!”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin bânisi Mustafa Kemal Atatürk tartışmaya açılmaktadır” diyerek
hayıflanan Türkçü bir kuruluşun serdettiği iflah olmaz düşüncelerin hülâsasını okuyunca
hangi akl-ı selim hâlihazırdaki Türkçü- milliyetçilere itibar eder:
Cumhuriyet ve Atatürk hakkında tereddütler ve soru işaretleri oluşturulmaktaymış.
Atatürk’ü Türk milliyetçiliği dışına çıkarmak ve Türk milliyetçiliği ile Atatürk’ü birlikte
düşündürmemek için propagandalar yapılmaktaymış. Birçok gâfilde (!) Atatürk’e ve
Atatürkçülüğe açıktan olmasa da “soğuk” ve “olumsuz” bakar olmuş.
Bu traji-komik kaygılara kim teveccüh eder?
M. KEMAL’İ “ULU ÖNDER VE CUMHURİYETİ MİLLÎ MÜCADELE’NİN DEVAMI
SAYMAK”
Bir başka yanlışları da M. Kemal’i ulu önder saymaları ve Cumhuriyeti Millî
Mücadele’nin devamı olarak görmeleridir. Hayıflandıkları hususlardan biri de Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu fikrinin Türkçülük-milliyetçilik; kurucusunun da Türkçü milliyetçi
olduğunun üstünün örtülmesiymiş… Dahası var, Cumhuriyet ile Türkçülük ideolojisinin
bir araya getirilmemesi için Atatürk adı ile “Türkçülük” ve “Türk milliyetçiliği”
kavramlarını birbirinden ayrı ve karşıt olduğu fikrinin işlenmesiymiş… Şu elim kaygıya
bakın.
“ATATÜRK, CUMHURİYET VE TÜRKLÜK BİRBİRİNİN AYRILMAZ
PARÇALARIYMIŞ”
Fikirleri ârızalı ve her tarafları eklektik olan bir kısım Türk milliyetçilerinin sevinip
övündüğü şeyler İslâmlaşmış Türk milleti gerçeğinden o kadar uzak ki… Atatürk de Ziya
Gökalp’i, Türkçülüğün en büyük fikir adamı ve “fikrimin babası” diyerek tavsif
ediyormuş. Dolayısıyla Türkçülük, Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk
birbirinden ayrılmaz kavramlarmış. Hepsi aynı kapıya çıkar, aynı anlama gelirmiş.
“NUTUK, MİLLİYETÇİLİĞİN BİRİNCİ ELDEN BELGESİ”İMİŞ!
Ârızalı halleriyle hâlâ millet üstünde veraset ve vesayet talep eden bu zihniyetteki
milliyetçilere göre M. Kemal’in “Nutuk”u Türk milliyetçiliğinin birinci elden
belgesiymiş... Yakın mâzide Türkçü kuruluşun ünlü başkanı ve M. Kemal’in iki defa
(192o-1925) Millî Eğitim Bakanlığına getirdiği Hamdullah Suphi’nin, “Türk
Milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk arasında derin beraberlik olduğunu…” dair
sözlerini övünerek anlatıyorlar:
“Bin iki yüz seneden beri Türk milletine hitap eden Orhun Kitabesi, nihayet asırlarca
zaman sonra bizden, Anadolu’dan cevabını aldı. Bu cevap, Türk’ün hakkı ve Türk için
Türk Devletini kuran ve Türk milliyetperverliğinin cihan karşısında en büyük timsali olan
genç kahramanın sesidir.”
Hamdullah Suphi, M. Kemal’i Göktürk devrine bağlıyor. Ona göre, “Göktürk devletinden
sonra Türk adını iki bin yıl sonra ikinci defa kullanan Türk devleti, Atatürk’ün kurduğu
Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.”(Dağ Yolu)
“TÜRKLÜK GÖKTÜRKLERLE BAŞLAMIŞ, ATATÜRK CUMHURİYETİYLE
DEVAM EDİYOR”MUŞ!
Bu malûl milliyetçilere göre Türklük Göktürklerle başlamış ve iki bin yıl sonra Atatürk
Cumhuriyeti ile yeniden kurulmuş. Demek ki bu anlayışa göre aradaki onlarca asır içinde
Türklük buharlaşıp göğe çekilmiş. İslâmlaşıp devlet olan Selçuklu ve Osmanlı asırlarında
Türklük yokmuş.
“Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenler, Türkçü-Türk
milliyetçisi bir zihniyete sahip olmadıkları için Türkçülük ve milliyetçilik kavramlarını içi
boş hâle getiriliyor, aleyhte propaganda yapanlar çoğalıyor” muş!
Hâsıl-ı kelâm, Türkiye, Müslüman Türk milletinin bin yıllık toplum bilgisiyle uyuşmayan,
böylesine ârızalı, teorik, kurgusal ve seküler milliyetçiliğe muhtaç değildir.
habervaktim.com
İlkesiz İzzetsiz Zorbalar - Cemal Nar
Yazarın Tüm Yazıları »
Bugün gerek Türkiye’de, gerekse diğer İslam ülkelerinde İslam kanunlarının
uygulanabileceği bir siyasal ve toplumsal düzenin kurulmasını amaçlayan hareketler hep
var olmuştur. Olmuştur olmasına ama kendilerini bir türlü doğru dürüst ifade edip anlatma
ve böylece hareketlerine taraftar ve yardımcı bulmada, kelimenin en hafifi ile ifade edecek
olursak, sıkıntı çekmişlerdir.
Çünkü İslam’a ve Müslümanlara en temel haklarını tanımayan ve her bahaneyi kullanarak
sürekli haksız hukuksuz eziyet ve işkenceleri ile aşırı bir şekilde zulmeden zalim sistemler,
her defasında bu İslamî hareketleri, ileride olacaklara da ders olması düşüncesiyle, aşırı bir
şekilde ezmiş, yok etmek, kökünü kurutmak istemişlerdir.
Bu yüzünden İslamî hareketler her zaman kendilerini doğru ifade edecek imkan ve fırsatı
bulamamışlardır. Hep başka başka çağrışım yapan isimler almış, istedikleri gibi kendilerini
anlatamamış, hep bir tarafı eksik kalmışlardır. Yada batıp batıp çıkmışlardır.
Bu gerçeği gören düşmanları, onu “hayata adapte olamamakla, çağın ihtiyaçlarını
karşılayamamakla, Batıcı sistemler karşısında dayanamamakla” suçlamışlardır. Eksiklik,
yetersizlik ve hayata yetmezlikle itham etmişlerdir.
Acaba bu hareketlerin çoğunun uzun soluklu olmaması ve hiçbirinin tam bir başarı
yakalayamaması, muhaliflerinin dediği gibi, sadece kendi kusurlarından, eksikliklerinden,
yetmezliklerinden midir?
Hayır, hayır ve asla!
Kat’iyyen ve katıbeten öyle değildir.
Bu, zalimce bir aşağılamadır. Asıl sorun, ona düşman olanların İslam karşısında kendilerini
kaybedecek kadar kin ve nefrete bürünmeleri ve onu yok etmek için akıl, mantık ve hukuk
dışına çıkmalarıdır. Akılsızlaşmaları ve ahlaksızlaşmaları, hatta alçaklaşmalarıdır.
Evet, burada bir sorun varsa, o da daha çok, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü
ve halkın iradesine saygıdan dem vuran ama İslamî Hareketler söz konusu olunca bütün bu
ilkeleri bizzat kendileri çiğneyen zalim, zorba, baskıcı, “otoriter”, “totaliter”, “diktatör”
ve “faşist” sistemlerin kaynaklanmaktadır.
Yoksa hukukun üstünlüğünün ve adaletin olduğu her zeminde Müslümanlar başarıyı
yakalayacakları kuşkusuzdur. Yakın ve uzak tarihte yaşanan tecrübeler bunu açıkça
gösterir.
Bunu çok iyi bilen Batılılar ve onlara uşaklık yapan bizdeki Batıcı sistemler, komünizm,
faşizm ve ırkçılık gibi ilkel düşünceler dahil, her düşüncenin sosyal hayatta yer almasına
izin verirken, İslam düşüncesinin ve hareketinin sosyal hayatta yer almasına, devlet ve
düzen içinde etkin olmasına asla izin vermemiştir.
Ne akıl ve mantığa, ne sosyal adalet ve fırsat eşitliğine, ne milletin örf ve adetlerine, ne
tarih ve medeniyetine sığmayan bu zalim ilkellik için hep bir kelimeyi karşımıza
çıkarmıştır: “laiklik”. Laiklik din ve milletin hayrına olan her düşünce ve hareketin yok
biçilip edilmesinin bir bahanesi olarak karşımıza çıkarılmıştır.
O yüzden her Müslümana bu kelime İblis kadar soğuk, şeytan kadar düşman, Ebu Cehil
kadar yok edilmesi gereken bir kavram olarak ortada durmaktadır.
Yakın tarihimizi inceleyenler iki kelimeyle karşılaşacaklardır. İki hain, zalim, fettan, kalleş
kelime. Birisi laiklik, ötekisi irtica.
Bir Müslümana bu iki kelime şeytan kadar çirkin gelmiyorsa, otursun imanını yeniden
gözden geçirsin. “Ben Müslüman mıyım?” diye bir kere daha yoklasın kendisini...
habervaktim.com
Armagedon Savaşı - Fuat Türker
Yazarın Tüm Yazıları »
Amik ovasında çok büyük olayların yaşanacağı, Peygamber(asm)’ın hadislerinde haber
verilen bir bilgi. Sıcaklık bugün o yönde oldukça artmış durumda. Hadislerin ışığında, o
bölgede çok büyük olayların olacağı kuvvetle muhtemel. Peygamberimiz(asm) Ahir
Zaman’a dair her ne ihbar ettiyse, tahakkuk ettiğine şahit olduk. Peygamberimizin hadisleri
ve değerli birçok İslam âliminin günümüze kadar ulaşmış eserleri, Ahir Zaman’da
yaşanacak önemli olayları haber verirken, büyük müjdelerin coşkusunu da bugüne taşıyor.
Gerçekleşen ve şahit olunan her olay inananlarca heyecanla izleniyor.
Hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (asm), Melhame-i Uzma denilen ya da günümüzde
Armagedon olarak bilinen kıyamet öncesi büyük savaşla ilgili mucizevî bir haber veriyor.
Bu hadis, Muhammed İsa Davud tarafından 1997 yılında Mısır’ da yayınlanan El
Mehdiyyül Muntazır Alelebvab adlı eserde yer alıyor. Emin Muhammed Cemalüddin ise
Hermeciddün adlı eserinin 20 ve 21’ inci sayfalarında bu hadisi naklediyor.
Birçok hadis gösteriyor ki, Resulullah(asm), gelecekteki olayları –Allah’ın dilemesiyle-
görüp ümmetine haber veriyor. Bu hadisleri nakleden sahabelerden biri olan Ebu Hureyre
(ra)’dan;
“Hicretten 1400 sene sonraki akidlerden iki veya üç akid say. O vakit Mehdi Emin çıkar
ve bütün dünya ile harb eder. Dalalete düşenler ve Allah’ ın gadabına uğramış olanlar ve
münafıklar, İsra ve Mi’raç beldesi olan Kudüs’ teki “Meciddun Dağları”nda onun için
toplanırlar. Bütün dünyanın ve bütün hilelerin melikesi de Mehdi’ye karşı ki onun ismi
zaniyedir. Bu melike o gün dünyayı dalalet ve küfre sevk eder. Yahudiler de o gün dünyaca
en yüksek makamdadırlar. Bütün Kudüs’ e, mukaddes beldeye hâkimdirler. Bütün dünya
denizden ve havadan Mehdi’nin üzerine hücum eder. Ancak çok soğuk ve çok sıcak
beldeler müstesna. Mehdi bakar ki bütün dünya çirkin hile ve planlarla aleyhinde ittifak
ettiklerini görür. Fakat bilir ki Allah daha şiddetli mekr sahibidir ki, onların bütün
hilelerini akim bırakır. Ve bütün kâinat onun mülküdür ve ona dönecektir ve merci yalnız
odur. Ve bütün dünya aslı ve feriyle onun bir hilkat şeceresidir. İşte bu kudrete malik olan
Cenab-ı Hak, Mehdi’ ye nusret için en şiddetli bir darbe ile onları vurur ve karayı, denizi
ve semayı onlar üzerine yandırır. Ve Sema da onların üstüne şiddetli yağmurunu yağdırır. O
gün bütün ehl-i arz küffara lanet eder. Allah da bütün küfrün zevalini irade eder.”
Peygamberimiz(asm)’ın 1400 yıl önce Hatay (Amik Ovası)’da Rusya ile savaş olacağı ve
ardından Hz. Mehdi(as)’ın çıkacağına dair haberi, Celaleddın Suyuti'nin tasnifinden
hadisler, Ahir Zaman Mehdisinin Alâmetleri, Syf; 72-73’de de şöyle bildiriliyor;
Hatip, Müttefek ve Müttefek'inde Ebu Hureyre'den tahric etti. Resulullah (asm) buyurdu :
“Beni asfar (RUSLAR) benim soyumdan ve ismi ismime uygun bir vali (Mehdi)’ ye gadr
ettikten sonra Amak Ovası (Amik Ovası) denilen yerde sizinle savaşacaklardır. Burada
Müslümanların üçte biri kadarı öldürülür, sonra diğer birgün yine üçte biri kadarı
öldürülür. Son seferde ise savaş Beni Asfar (Ruslar) aleyhine döner. Müslümanlar böylece
savaşa devam eder ve Konstantiniyye (İstanbul)’yi manen feth eder ve oradaki malları
taksim ederler. Tam bu sırada ise "Deccal sizin evinize girmiş ve çocuklarınızı esir
almıştır" şeklinde bir ses duyulacaktır.”
Bu savaş, hadislerde olduğu gibi Tevrat ve İncil’de de Kıyamet Alameti olarak ve
“Hermeciddun Harbi” ya da “Armageddon Harbi” olarak geçiyor. İslam'da Melhame-i
Kübra olarak bilinen savaş ile Hristiyanlık ve Musevilik'te Armageddon olarak bilinen
savaş terminolojide aynı şeyi ifade ediyor. Aralarındaki temel fark beklenen, bu savaşın
genel içeriği ile ilgili üç farklı dinin yaklaşımı.
İncil´e göre Armageddon Savaşı, insanlık tarihinin son savaşı. Bu savaşta iyiler ve kötüler
son kez karşı karşıya gelecekler ve kötülükler sona erecek;
“Ve altıncı melek kendi tasını büyük Fırat Irmağı üzerine boşalttığında onun suyu çekildi.
Tâ ki şarktan olan meliklerin yolu hazırlana. Ve ejderin ağzından ve canavarın ağzından ve
yalancı peygamberin ağzından, kurbağalar misüllü üç nâpâk ruhun çıktığını gördüm. Zira,
bunlar alametler gösteren cin ruhları olup, zeminin ve bütün dünyanın meliklerini, her şeye
kadir Allah'ın o büyük gününün muharebesine cem etmek için onların yanına giderler. [İşte
hırsız gibi gelirim. Ne mübarektir uyanık durup çıplak gezmemesi ve ayıbı görünmemesi
için kendi esvabını hıfz eden kimse]. Ve onları İbranice Armeciddun (Hermeciddun ve
Armagedon) denilen mahalle cem ettiler”.
(Fırat’ın suyunun çekilmesi haberi de Peygamber(asm)’ın şu hadisi ile birebir örtüşüyor.
“Fırat nehrinin suyu çekilip, altından bir dağ meydana çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bu
hazine üzerine kital vukua gelir, her yüzden doksan dokuzu ölür. (Kitale iştirak
edenlerden) Her kişi yalnız ben halas-kurtulma-olacağım, diye ümitlenir.” (Riyazi's
Salihin, 3/332)
Fırat bölgesinin kontrol altına alınması için de PKK'nın görevlendirildiği açık. Bunu, pislik
kahpe kalleş terör örgütü elebaşı Öcalan da, “İslam’ın unutur, inkâr edilir kıldığı bu halk
(Kürtler), tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armagedon’da ağırlıklı olarak Hıristiyanların
ve Musevilerin yanında yer alacaktır” ifadeleriyle açıkça dile getiriyor. Güneydoğu'da
komünist bir harekete göz yumuluyor olmasının tek sebebi, Armagedon'a zemin
hazırlamak.
Armagedon'u gerçekleştirebilmek için İslam Birliği'nin olmaması gerekiyor. Bunun için
derin güçler Türkiye'yi de parçalamak, Güneydoğu'yu ayırmak istiyorlar. Oluk oluk Kürt
kanı akmasını hedefliyorlar
… Savaşı zahirde elbette istemeyiz ama batında Allah’ın muradı nedir bilemeyiz, takdirine
boyun eğeriz. Biliriz ki her şey Allah'ın kontrolündedir. Derin devletler de… Allah'ın
kontrolü dışında kimse plan yapamaz.
Bizler Kur’an’a tabiyiz; ona uygun davranır, kaderi izleriz. Güç yetiremeyiz; işleri evirip
çeviren Allah’tır. Attığı zaman o atar, öldürdüğü zaman o öldürür. Ancak her olayı hayır ve
hikmetle yaratır.
Bugün İslam coğrafyasındaki olaylar endişe verici ve çok zorlu görünüyor olsa da-ki daha
da artması muhtemel- yaşanan zulüm, kargaşa ve çekilen acılar, yaklaşan kutlu dönemin
doğum sancıları. Yeryüzünde adalet, barış, huzur, sevgi, mutluluk, bolluk ve bereketin
hâkim olacağı kutlu çağın... "Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış.” Çünkü sevgi
çağındayız.
Ülkeler parça parça olmak yerine birlik olsa insanlar huzur ve güvenlik içinde yaşar.
Parçalanmak demek karmaşadır, savaştır; kan durmaz. Sürekli saldırı, sürekli düşmanlık
sürekli kaos demektir. Ortadoğu’nun parçalanması, Ortadoğu’nun yok olması demektir.
Suriye’nin, Irak’ın ve halkının huzurdan uzak yaşadığı tüm ülkelerin başına sevecen
insanların geçmesi gerekli. En önemlisi İslam aleminin başına bu özellikte birinin geçmesi.
O kişi İmam Mehdi(as)’dır. İslam ülkeleri buna yanaşmadığı sürece acı ve gözyaşı bitmez,
oluk oluk kan akar. Sadece iki seçenek var önümüzde…
Allah, Sabur ismini tecelli ettiriyor. Ta ki Mehdi’sini kabul edinceye kadar.
"Nasıl helâk olur bir ümmet ki, evvelinde ben, sonunda Meryem oğlu İsa (AS) ve ortasında
da ehl-i beytimden Mehdi (as) vardır." (Hz.İbn-i Abbas)
Kuşkusuz doğrusunu Rabbim bilir.
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen